25 Kasım 2013

“UMUT, GERÇEĞE KATLANMAMIZI SAĞLAYAN KEYİF VERİCİ BİR MADDE, VE BEN KULLANMIYORUM”



HAKAN GÜNDAY’DAN BİR İNSAN KAÇAKÇILIĞI ROMANI: “DAHA”

Genellikle bol “distortion”lı müzikler eşliğinde yazan Hakan Günday, “Daha”yı kaleme alırken “bu defa müzik bir kulağımdan girdi, öbüründen çıktı” diyor.

Hakan Günday için fazla söze gerek yok. Onu bilen zaten biliyor. Uzun zamandır yeni romanı “Daha”nın tadımlık parçalarını gazete eklerinde, internet sitelerinde okuyorduk. “Daha” nihayet raflardaki yerini aldı. Her yeni Günday romanında kaşınan ellerimizle bir yandan kitabın sayfalarını karıştırdık, bir yandan da Günday’la Aktüel için konuştuk.

** “Malafa”da Antalya’daki satış deneyimlerinizden faydalandığınızı söylemiştiniz daha önceki bir röportajımızda. Daha’da ise insan kaçakçılığı konu ediliyor diyebiliriz, kabaca. Yeni bir yazı konusuna karar verme aşamasını merak ediyoruz. Bizzat gözlemledikleriniz mi, okuduklarınız mı, izledikleriniz mi kalemi elinize aldırdı “Daha”nın başlarında?
Benim için her kitap aslında bir soruyla başlıyor. Bu defaki soru da bireyin kalabalıkla olan ilişkisi üzerineydi. Tek olanın çok olanla ilişkisi… Sonrasında sıra, bu soruyu olabildiğince geniş bir açıdan incelememi sağlayacak olan bir hikaye tasarlamaya geldi. Ve bu noktada da yasadışı göçmenlerin, onları bir noktadan diğerine taşıyan insanlarla olan ilişkileri ekseninde bir hikaye çıktı ortaya. Tarafların birbirine güvenmediği ama birbiri sayesinde varlığını sürdürdüğü bir ortam… Böylesi bir hikâyenin ortaya çıkmasında mutlaka okuduklarımın da etkisi olmuştur. Ancak en nihayetinde, yasadışı göç ve insan kaçakçılığı, her gün alınan gazetenin içinde, küçük bir köşede duruyor. Ve o küçücük köşeden, insana ve mevcut dünyaya dair yüzlerce gerçeği bağırarak anlatıyor zaten. Kulak kabartmak yeter.

** “Çok kan akıyor” diye eleştiriler gelmişti size bazı yayınevlerinden, kitaplarınıza dair. Aslında biraz da bir Hakan Günday kitabını yapan unsurlardan biri; şiddetin doğası. Evvelki kitaplarınızda iliklerimize kadar hissettiğimiz şiddeti bu kez “Daha”da Gazâ’nın babasında hissediyoruz. Ve tabii Rastin’de… Peki ya siz? Sakin mizaçlı görünüyorsunuz, sahiden öyle biri misiniz? Şiddetin sizin gündelik yaşamınızdaki yeri ne?
İster fizik, ister psikolojik olsun, şiddetle insan arasındaki ilişki ihtimallerinin sayısı belli. Ya şiddeti uygularsınız ya ona maruz kalırsınız ya da şiddet karşısında sessiz kalırsınız. Yokmuş gibi davranarak hayatınıza devam edersiniz. Benim de bütün insanlar gibi, farkında olmadan, gündelik hayat içinde mutlaka şiddet uyguladığım ya da şiddete maruz kaldığım anlar oluyordur. Ancak şiddet üzerine yazmak, belki de o son ihtimalle ilgili, yani şiddet karşısında sessiz kalmama çabasıyla… Bütün bu hikayeleri yazmak, şiddeti kanıksamaktansa, onun karşısında dehşete düşmekle ilgili olmalı.

** “Az”da aşkın, fonda çalan bir “distortion’lı” şarkının, “Tutunamayanlar’a saygı duruşu” dediğiniz türden bir eser gibi bol referanslar söz konusuydu. “Daha” için durum nedir sizin gözünüzde?
Eğer Daha’ya bir referans göstermek gerekirse, o da büyük ihtimalle insan olacaktır. İnsanın, diğer insanlarla kurduğu güç ilişkisi. Ve bu ilişkinin sonuçları… Çünkü hikâyenin merkezi, bireyin toplum, toplumun da birey üzerindeki otoritesi.

** Sizin için müziğin anlamını hatırlıyorum, “Daha”yı yazarken ya da yazma aşamasında en çok neler dinlediniz?
Bu defa müziği pek duyamadım. Ya da bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıktı. Hikaye o kadar gürültülüydü ki, doğrusu başka bir sese yer kalmadı.

** Röportajlar, kitabın tanıtımı, imza günleri, yayınevinin “deadline”ı gibi unsurlarla aranız nasıl? Disiplinli bir çalışma sisteminiz mevcut mu?
Hiçbir zaman disiplinli bir yazı hayatım olmadı. Ne zaman yazmam gerektiğini hissettiysem o zaman başladım çalışmaya. Zaten her gün belirli bir saatte kalkıp, belli bir rutin içine girebilecek biri olsaydım, herhalde yazarlıktan başka bir iş seçerdim. Röportajlar, benim için daha çok, yazma aşaması geride kaldığı için, metin üzerine daha soğukkanlı düşünme fırsatımın olduğu bir süreç aslında. Yazdığım bütün o süre içerisinde gördüğüm rüyayı, uyanınca anlatmaya benziyor. Öncelikle de kendime…
"HİKÂYE O KADAR GÜRÜLTÜLÜYDÜ Kİ BAŞKA SESE GEREK KALMADI"

** Türkiye’nin ve dünyanın politik iklimine ilişkin tespitleri gördüğümüzde, kafamızda Gazâ’nın umutla ilgili düşünceleri beliriyor: “Umut denilen o doğal felâketten nefret ediyorum.”  Yani, Pandora’nın kutusunda son kalan kötülük diyebiliriz umut için belki. Umutla bakmanın sizi ilgilendirmediğini okuduk bir röportajınızda, peki neden? Pek çoğumuzun başına geldiği gibi, Türkiye’ye bir aidiyet hissetmemekten mi, umudu önemsemiyorsunuz?
Aslında umudun varlık nedeni, mevcut durumdan hoşnutsuzluktur. Dolayısıyla, anlattığım hikayelerde, beni ilendirmeyen şey, umutla bakmaktan çok, bir kavram olarak umudun kendisi. Esas ilgilenmem gereken noktanın, umudu ortaya çıkaran ve çözülmesi için yarının beklendiği o sorunun kendisi olduğunu düşünüyorum. O sorun, her neyse, onunla ilgili hikayeler anlatmaya çalışıyorum. Dolayısıyla genel olarak bu durumun, ne Türkiye’ye ne de dünyaya ait hissetmemekle ilgisi var. Sonuçta, umut dediğiniz şey, gerçeğe katlanmanızı sağlayan keyif verici bir madde ve ben kullanmıyorum.

** “Daha” bittikten sonra dönüp yeniden okudunuz mu yazdıklarınızı? Sizi okurken en çok zorlayan, en çok yoran hangi bölümdü merak ediyoruz.
Yayınlandıktan sonra okumadım. Ancak olur da okursam ilk kelimesinden son kelimesine kadar yoracaktır beni çünkü içinde mutlaka bir sürü hata bulacağım.

** “Az”da da “Daha”da da çocuk karakterlerin gözünden izliyoruz etrafı. Bunun özel bir sebebi var mı?
Aslında “Zargana”da da benzer bir anlatım vardı. O da bir çocuğun hikayesiydi. Ve sonradan dönüştüğü her neyse, onun hikayesi. Belki de, bunun, birey-toplum ilişkisi üzerine bir hikaye anlatmakla ilgisi vardır. Çünkü bu ilişkide taraflardan biri çocuk olduğunda, toplumun gerçek yüzünü yakalamak çok daha olası. Gaddarlığını ya da merhametini ölçmek çok daha mümkün. Ayrıca, o çocukla birlikte, toplumu anlamaya çalışmak ve onunla birlikte bir öğrenme ve dönüşme sürecine girmek, aslında hikayenin kendisi.

** Sizi en çok etkileyen şeylerden biri de, sizi seven ve okuyan insanların sizin cümlelerinizden etkilenerek bir şeyler yazması olduğunu söylemiştiniz, birkaç sene evvel. Sizin için en başta Bret Easton Ellis’in önemini biliyoruz, peki son zamanlarda siz en çok kimi okuyup, heyecanlanıp, yazdınız?
Eğer siz etkilenmeye ve ilham almaya açık olursanız, kütüphanelerin size bütün bunları sunmak için sabırsızlıkla bekleyen kitaplarla dolu olduğunun farkına varırsınız. Hatta bu etkiyi, 500 sayfalık bir kitaptaki tek bir paragraf bile verebilir. Gerisi sizin için hiçbir şey ifade etmez ama o koca kitabı sadece o paragraf için okuduğunuzu bilirsiniz. Her neyse… Şu an aklıma gelen isimler, Şule Gürbüz ve Robert Musil.


“EMRAH SERBES KİTABI KAPATIP BİR BEYAZPERDE AÇABİLİYOR”

** Vakti zamanında “Malafa”nın tiyatro oyunu olması gibi, eserlerinizin yakın zamanda filme, oyuna, diziye ya da başka bir şeye dönüşme gibi bir planı var mı? (Bu anlamda Emrah Serbes’in işlerini beğeniyor musunuz onu da merak ediyorum.)
Sinemayla ilgili birkaç çalışma yürüyor.Tiyatroyla ilgili de Sarah Kane’in “Cleansed” adlı oyununu çevirdim. Yakında DOT tarafından sahnelenecek. Emrah Serbes, kendi hikayesini alıp sinema için yeniden kurabilen bir yazar. Yani önündeki kitabı kapatıp yerine bir beyazperde açabiliyor. Böylece ortaya, aynı ruhu taşıyan iki ayrı gösteri çıkmış oluyor. Ki bence bu, kitaptan sinemaya geçişte, doğru bir yöntem.

** Neden hiçbir sosyal medya hesabınız yok? Pekçok yazar kişisel Twitter hesabını aktif olarak kullanıyor, pekçoğu da Facebook ya da Instagram üzerinden okurlarıyla iletişime geçiyor… Siz neden uzak duruyorsunuz?
Eskiden de, anlık düşüncelerimi başkalarıyla paylaşmak için gazeteye her gün ilan vermezdim. Bugün artık ilan vermek bedava oldu diye de bunu yapmam gerektiğini düşünmüyorum. Ve bu fikrimde henüz bir değişiklik yok.

** Eski kitaplarınızı dönüp bir daha okumak gibi bir huyunuz var mıdır?
 Nitekim “Kinyas ve Kayra”yı yazdığınızda 20’lerinizin başındaydınız. Şimdiki bakış açınızla değerlendiriyor musunuz eski yazdıklarınızı?
Nadiren de olsa, alır karıştırırım eski kitapları. O birkaç sayfalık okumadan bazen pişman olurum bazen de aklıma yatan birkaç cümle görürüm. Yine de daima esas ilgilendiğim konu, yazdıklarımdan çok yazacaklarım olmuştur. Çünkü yaptığınız hataları unutmanın en iyi yolu yeni hatalar yapmak.

** Son olarak, sizden bir film önermenizi isteyeceğim, “Daha” bittikten sonra açıp izlemek için.
“Daha”dan sonra belki de bir belgesel daha uygundur. Özellikle de “Bamiyan Budaları”yla ilgili bir belgesel.