Genellikle bol
“distortion”lı müzikler eşliğinde yazan Hakan Günday, “Daha”yı kaleme alırken
“bu defa müzik bir kulağımdan girdi, öbüründen çıktı” diyor.
Hakan
Günday için fazla söze gerek yok. Onu bilen zaten biliyor. Uzun zamandır yeni
romanı “Daha”nın tadımlık parçalarını gazete eklerinde, internet sitelerinde
okuyorduk. “Daha” nihayet raflardaki yerini aldı. Her yeni Günday romanında
kaşınan ellerimizle bir yandan kitabın sayfalarını karıştırdık, bir yandan da
Günday’la Aktüel için konuştuk.
** “Malafa”da
Antalya’daki satış deneyimlerinizden faydalandığınızı söylemiştiniz daha önceki
bir röportajımızda. Daha’da ise insan kaçakçılığı konu ediliyor diyebiliriz, kabaca.
Yeni bir yazı konusuna karar verme aşamasını merak ediyoruz. Bizzat
gözlemledikleriniz mi, okuduklarınız mı, izledikleriniz mi kalemi elinize
aldırdı “Daha”nın başlarında?
Benim
için her kitap aslında bir soruyla başlıyor. Bu defaki soru da bireyin
kalabalıkla olan ilişkisi üzerineydi. Tek olanın çok olanla ilişkisi…
Sonrasında sıra, bu soruyu olabildiğince geniş bir açıdan incelememi sağlayacak
olan bir hikaye tasarlamaya geldi. Ve bu noktada da yasadışı göçmenlerin,
onları bir noktadan diğerine taşıyan insanlarla olan ilişkileri ekseninde bir
hikaye çıktı ortaya. Tarafların birbirine güvenmediği ama birbiri sayesinde
varlığını sürdürdüğü bir ortam… Böylesi bir hikâyenin ortaya çıkmasında mutlaka
okuduklarımın da etkisi olmuştur. Ancak en nihayetinde, yasadışı göç ve insan
kaçakçılığı, her gün alınan gazetenin içinde, küçük bir köşede duruyor. Ve o
küçücük köşeden, insana ve mevcut dünyaya dair yüzlerce gerçeği bağırarak
anlatıyor zaten. Kulak kabartmak yeter.
** “Çok kan
akıyor” diye eleştiriler gelmişti size bazı yayınevlerinden, kitaplarınıza
dair. Aslında biraz da bir Hakan Günday kitabını yapan unsurlardan biri;
şiddetin doğası. Evvelki kitaplarınızda iliklerimize kadar hissettiğimiz
şiddeti bu kez “Daha”da Gazâ’nın babasında hissediyoruz. Ve tabii Rastin’de… Peki
ya siz? Sakin mizaçlı görünüyorsunuz, sahiden öyle biri misiniz? Şiddetin sizin
gündelik yaşamınızdaki yeri ne?
İster
fizik, ister psikolojik olsun, şiddetle insan arasındaki ilişki ihtimallerinin
sayısı belli. Ya şiddeti uygularsınız ya ona maruz kalırsınız ya da şiddet
karşısında sessiz kalırsınız. Yokmuş gibi davranarak hayatınıza devam
edersiniz. Benim de bütün insanlar gibi, farkında olmadan, gündelik hayat
içinde mutlaka şiddet uyguladığım ya da şiddete maruz kaldığım anlar oluyordur.
Ancak şiddet üzerine yazmak, belki de o son ihtimalle ilgili, yani şiddet
karşısında sessiz kalmama çabasıyla… Bütün bu hikayeleri yazmak, şiddeti
kanıksamaktansa, onun karşısında dehşete düşmekle ilgili olmalı.
** “Az”da aşkın,
fonda çalan bir “distortion’lı” şarkının, “Tutunamayanlar’a saygı duruşu”
dediğiniz türden bir eser gibi bol referanslar söz konusuydu. “Daha” için durum
nedir sizin gözünüzde?
Eğer
Daha’ya bir referans göstermek gerekirse, o da büyük ihtimalle insan olacaktır.
İnsanın, diğer insanlarla kurduğu güç ilişkisi. Ve bu ilişkinin sonuçları…
Çünkü hikâyenin merkezi, bireyin toplum, toplumun da birey üzerindeki otoritesi.
** Sizin için
müziğin anlamını hatırlıyorum, “Daha”yı yazarken ya da yazma aşamasında en çok
neler dinlediniz?
Bu
defa müziği pek duyamadım. Ya da bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıktı.
Hikaye o kadar gürültülüydü ki, doğrusu başka bir sese yer kalmadı.
** Röportajlar,
kitabın tanıtımı, imza günleri, yayınevinin “deadline”ı gibi unsurlarla aranız
nasıl? Disiplinli bir çalışma sisteminiz mevcut mu?
Hiçbir
zaman disiplinli bir yazı hayatım olmadı. Ne zaman yazmam gerektiğini
hissettiysem o zaman başladım çalışmaya. Zaten her gün belirli bir saatte
kalkıp, belli bir rutin içine girebilecek biri olsaydım, herhalde yazarlıktan
başka bir iş seçerdim. Röportajlar, benim için daha çok, yazma aşaması geride
kaldığı için, metin üzerine daha soğukkanlı düşünme fırsatımın olduğu bir süreç
aslında. Yazdığım bütün o süre içerisinde gördüğüm rüyayı, uyanınca anlatmaya
benziyor. Öncelikle de kendime…
"HİKÂYE O KADAR GÜRÜLTÜLÜYDÜ Kİ BAŞKA SESE GEREK KALMADI"
** Türkiye’nin
ve dünyanın politik iklimine ilişkin tespitleri gördüğümüzde, kafamızda
Gazâ’nın umutla ilgili düşünceleri beliriyor: “Umut denilen o doğal felâketten
nefret ediyorum.” Yani, Pandora’nın
kutusunda son kalan kötülük diyebiliriz umut için belki. Umutla bakmanın sizi
ilgilendirmediğini okuduk bir röportajınızda, peki neden? Pek çoğumuzun başına
geldiği gibi, Türkiye’ye bir aidiyet hissetmemekten mi, umudu önemsemiyorsunuz?
Aslında
umudun varlık nedeni, mevcut durumdan hoşnutsuzluktur. Dolayısıyla, anlattığım
hikayelerde, beni ilendirmeyen şey, umutla bakmaktan çok, bir kavram olarak
umudun kendisi. Esas ilgilenmem gereken noktanın, umudu ortaya çıkaran ve
çözülmesi için yarının beklendiği o sorunun kendisi olduğunu düşünüyorum. O
sorun, her neyse, onunla ilgili hikayeler anlatmaya çalışıyorum. Dolayısıyla
genel olarak bu durumun, ne Türkiye’ye ne de dünyaya ait hissetmemekle ilgisi
var. Sonuçta, umut dediğiniz şey, gerçeğe katlanmanızı sağlayan keyif verici
bir madde ve ben kullanmıyorum.
** “Daha”
bittikten sonra dönüp yeniden okudunuz mu yazdıklarınızı? Sizi okurken en çok
zorlayan, en çok yoran hangi bölümdü merak ediyoruz.
Yayınlandıktan
sonra okumadım. Ancak olur da okursam ilk kelimesinden son kelimesine kadar
yoracaktır beni çünkü içinde mutlaka bir sürü hata bulacağım.
** “Az”da da
“Daha”da da çocuk karakterlerin gözünden izliyoruz etrafı. Bunun özel bir
sebebi var mı?
Aslında
“Zargana”da da benzer bir anlatım vardı. O da bir çocuğun hikayesiydi. Ve
sonradan dönüştüğü her neyse, onun hikayesi. Belki de, bunun, birey-toplum
ilişkisi üzerine bir hikaye anlatmakla ilgisi vardır. Çünkü bu ilişkide
taraflardan biri çocuk olduğunda, toplumun gerçek yüzünü yakalamak çok daha
olası. Gaddarlığını ya da merhametini ölçmek çok daha mümkün. Ayrıca, o çocukla
birlikte, toplumu anlamaya çalışmak ve onunla birlikte bir öğrenme ve dönüşme
sürecine girmek, aslında hikayenin kendisi.
** Sizi en çok
etkileyen şeylerden biri de, sizi seven ve okuyan insanların sizin
cümlelerinizden etkilenerek bir şeyler yazması olduğunu söylemiştiniz, birkaç
sene evvel. Sizin için en başta Bret Easton
Ellis’in önemini biliyoruz, peki son zamanlarda siz en çok kimi okuyup,
heyecanlanıp, yazdınız?
Eğer siz etkilenmeye ve ilham almaya açık olursanız, kütüphanelerin
size bütün bunları sunmak için sabırsızlıkla bekleyen kitaplarla dolu olduğunun
farkına varırsınız. Hatta bu etkiyi, 500 sayfalık bir kitaptaki tek bir
paragraf bile verebilir. Gerisi sizin için hiçbir şey ifade etmez ama o koca
kitabı sadece o paragraf için okuduğunuzu bilirsiniz. Her neyse… Şu an aklıma
gelen isimler, Şule Gürbüz ve Robert Musil.
“EMRAH SERBES KİTABI
KAPATIP BİR BEYAZPERDE AÇABİLİYOR”
** Vakti zamanında “Malafa”nın
tiyatro oyunu olması gibi, eserlerinizin yakın zamanda filme, oyuna, diziye ya
da başka bir şeye dönüşme gibi bir planı var mı? (Bu anlamda Emrah Serbes’in
işlerini beğeniyor musunuz onu da merak ediyorum.)
Sinemayla ilgili birkaç çalışma yürüyor.Tiyatroyla ilgili de Sarah
Kane’in “Cleansed” adlı oyununu çevirdim. Yakında DOT tarafından sahnelenecek.
Emrah Serbes, kendi hikayesini alıp sinema için yeniden kurabilen bir yazar. Yani
önündeki kitabı kapatıp yerine bir beyazperde açabiliyor. Böylece ortaya, aynı ruhu
taşıyan iki ayrı gösteri çıkmış oluyor. Ki bence bu, kitaptan sinemaya geçişte,
doğru bir yöntem.
** Neden hiçbir sosyal
medya hesabınız yok? Pekçok yazar kişisel Twitter hesabını aktif olarak kullanıyor,
pekçoğu da Facebook ya da Instagram üzerinden okurlarıyla iletişime geçiyor…
Siz neden uzak duruyorsunuz?
Eskiden de, anlık düşüncelerimi başkalarıyla paylaşmak için gazeteye
her gün ilan vermezdim. Bugün artık ilan vermek bedava oldu diye de bunu yapmam
gerektiğini düşünmüyorum. Ve bu fikrimde henüz bir değişiklik yok.
** Eski kitaplarınızı
dönüp bir daha okumak gibi bir huyunuz var mıdır?
Nitekim “Kinyas ve Kayra”yı yazdığınızda
20’lerinizin başındaydınız. Şimdiki bakış açınızla değerlendiriyor musunuz eski
yazdıklarınızı?
Nadiren de olsa, alır karıştırırım eski kitapları. O birkaç sayfalık
okumadan bazen pişman olurum bazen de aklıma yatan birkaç cümle görürüm. Yine
de daima esas ilgilendiğim konu, yazdıklarımdan çok yazacaklarım olmuştur.
Çünkü yaptığınız hataları unutmanın en iyi yolu yeni hatalar yapmak.
** Son olarak, sizden
bir film önermenizi isteyeceğim, “Daha” bittikten sonra açıp izlemek için.
“Daha”dan sonra belki de bir belgesel daha uygundur. Özellikle de “Bamiyan
Budaları”yla ilgili bir belgesel.