8 Mart 2013

“İstanbul sen ne istersen o: bazen evin, bazen cehennemin…”

Can Moda'da Mete Avunduk'un dükkanı Vintage Records'ta (Fotoğraf: Engin Irız)
Cihangir sokaklarında motoruyla fırıl fırıl dolanırken görmeye alıştık, Can Bonomo’yu. Peki, ünlü müzisyeni çok sevdiği muhitinden alıp Moda sokaklarına salsak nasıl olurdu? Denedik. Sonuç: Fena da olmadı! 

Moda’nın en güzel manzaralı kahvecisi Café Nero’da ikinci albümü “Aşktan ve Gariplikten” vesilesiyle buluştuk; Can Bonomo’yla. İki gündür uykusuzluktan bitap düşüp jingle kaydettiği için biraz yorgun, ama her zamanki gibi sakin ve güleryüzlü girdi içeri, Bonomo. Tüm gözler de kendisine döndü bir anda, tabii. Ama onun bu durumdan herhangi bir şikayeti yoktu. Aksine, kimseyi kırmadı, fotoğraf çektirdi ve sıkılmadan imza verdi, ona rastlayan hayranlarına. Bir yandan da elinden hiç düşürmediği iPhone 5’iyle -muhtemelen WhatsUpp’tan- bir sürü şeyi takip etti durdu, röportajımız ve Moda-Kadıköy sokaklarını arşınladığımız saatler boyunca. Eurovision döneminden kalma bir alışkanlık mı yoksa magazine malzeme çıkaracak sorular gelir tedirginliğinden mi bilinmez, kısa ve net yanıtlar vermeyi tercih etti daha çok. İki yerden de soru gelmeyince rahatladı haliyle. “Full gitmece”, “pijamayla takılmaca” gibi hafiften 90’lar genç jargonuna göz kırpan üslubunun tuhaf bir şekilde ona yakıştığını ekleyelim ve Can Bonomo’nun İstanbul’uyla sizi baş başa bırakalım.


Nasılsınız, biraz yorgun musunuz sanki? Enerjiniz var mı bugün Moda turumuz için?
Biz hiç dinlenmiyoruz, çok şanslı bir ekibiz. Çok yakın arkadaşlardan oluşuyoruz çünkü. Ben masaya bir şeyler koyuyorum, onlar sonra onu kendi aralarında işliyorlar ve sonunda bir albüm olarak bu insanların beğenisine sunuluyor. Ben paylaştıkça çok daha hevesleniyorum bir şeyler üretmeye.

Eskiyle kıyaslıyor musunuz kendinizi?
Bir şey değişmedi ki. Ben hala evde demoları kaydedip Can Saban’a yolluyorum. O da diyor ki “evet bu albüme girer veya girmez”. Çok bir fark yok hayatımda.

Yeni albümünüz “Aşktan ve Gariplikten”de de bir kez daha şahit olduk. Sizin müziğinizin İstanbul’la yakından ilgisi var.
Biz şarkılarımıza “İstanbul müziği” diyoruz. Belli bir janramız yok. Tür meselesine çok takığız. Ama bizimki negatif bir takıntı, bir isyan mahiyetinde. Müziğimiz kalıplaştırmamak için kalıpların dışına çıkıp, kendi kalıbımızı oluşturmak, kendimize bir kulp bulmak…

Aşık Veysel için yazdığınız şarkı gibi yani.
Evet, “Veysel” de bu türün ilk örneği bizim için. 2013’te bile neden türkü dinleyenler yalnız türkü dinlerken, türkü dinlemeyen insanlar bunu dinlemesin ki’in ilk denemesi. Bir proje aslında bu. Gençlerden gelen tepkiler de iyi.

Aşık Veysel gibi Nazım Hikmet’e de yazdığınız bir şarkı var albümde.
Aşık Veysel de Nazım Hikmet de Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük ozanlarından… “Meczup” kısa bir sürede kucaklandı insanlar tarafından. Bu albüm çok daha sivri ve cesur oldu ama... İlk albümde bir Nazım Hikmet şiiri okuyamazdım ben. Ozan sıfatı da şimdilerde kendi sözlerini kendi yazan müzisyenlere deniyor… İlginç geliyor.





“Kent ozanı” diyor herkes kendine, o da ilginç değil mi?
Of, o çok tatsız bir şey. Metropol ozanı, büyükşehir küçükşehir ozanı mı olur? Her türlü kategorizasyonun hastasıyız galiba.

İstanbul denince fonda sizin şarkılarınız çalıyor sanki, rakılı, mezeli, keyifli şarkılar… Peki sizin İstanbul’unuzda fonda ne çalıyor?
Brookyln Funk Essentials’tan “İstanbul Twilight” çalardı kesin.    

“Min-El Aşk ve Min-El Garaib”e gelelim… Bu şarkıyı İstanbul’a ithaf ettiğinizi yazdınız albüme. Şarkı da İhsan Oktay Anar’ın ünlü romanı “Puslu Kıtalar Atlası”ndan ilham alıyor… Sizdeki yeri nedir bu kitabın?
İhsan Oktay Anar, benim için en önemli yazarlardan bir tanesi. Ben onun zaman makinesini icat ettiğini düşünüyorum. Kıtalar arasındaki bir karakterin dövmesi bu, “ah min-el aşk ve min-el garaib”… “Aşktan ve Gariplikten” anlamına geliyor. Bazı şeyleri filtrelediğimde kafamda, sahiden de öyle, her şey ya aşktan ya gariplikten oluyor. İstanbul da çok garip bir yer…

Niye garip?
İstanbul’u çok seviyorum ben. Deli bir şehir. İzmir’de büyümüş olmaktan çok mutluyum ama İstanbul’da yaşıyor olmak güzel. Burası ne istersen o… İstersen dünyanın en sakin yeri. İstersen de cehennemin olur. karmakarışık bir yer. Her şeyin olduğu çılgınca bir şehir.

İstanbul’un neresini seviyorsunuz en çok?
Evimi.

Neden? Evinizi kaçış noktası olarak mı görüyorsunuz?
Kaçmak değil, yoksa İstanbul’dan kaçardım. Hareket severim ben, hareket berekettir. Kaotik bir şehir hayatı yaşamıyorum ama ben. Hop metroya bin, oradan oraya koş, taksi yakala falan… Ben genelde evimdeyim ve civarlarındayım.

Yürümeyi sever misiniz?
Yoo. Araba da kullanmıyorum. O kadar beceremedim ki araba kullanmayı, bıraktım aslında. Benim dahil olduğum bir İstanbul trafiğinde insanlar saçlarını başlarını yolar herhalde. Çarpıyorum her yere, çok dikkatsiz ve kötü bir şofördüm, bunu insanlara yapmamam gerektiğini düşündüm. Motor kullanıyorum artık.

Rahat mısınız motorla?
Memnunum, mis gibiyim. Cihangir’de tüm arkadaşlarım, sevdiklerim oturuyor. O yüzden bana çok iyi geliyor.

Mahallenizi seviyorsunuz sanırım, kasapla selamlaşıp bakkalla sohbet eder gibi bir haliniz var.
Evet, çünkü bütün diyalekt çok hızlanıyor. Bakkalı aradığımda ben, adam “aa Can ne haber” diyor, “abi şu lazım mı bu lazım mı, bak şunu ne zamandır almıyorsun” falan diyor. “Hah evet” diyorum, çok pratikleşiyor her şey.

Pretzel’i çok sevdiğinizi biliyoruz. Getiriyor mu size bakkal Pretzel?
Ah… Full gitmeceyim. Tadım kaçtı bak şimdi… Crax da yaptı ama yok. Olmuyor. Hiçbiri Pretzel gibi olmuyor. Yurtdışından gelen arkadaşlarım bana ciddi anlamda paket paket getiriyor. Ben bir koca bardak su ve Pretzel’i birlikte yiyorum bir de. Bu benim dünyada en sevdiğim şeylerden biri.



“İZMİR’İ ÖZLÜYORUM AMA BENİM EVİM İSTANBUL”

Madem bu kadar Cihangirliyiz, Anadolu yakasında ne işimiz var öyleyse? 
Sayılı gelişlerimden biri. Keşfe geldim. Avrupa yakası biraz daha hızlı. Binalar yükseldikçe arabalar da çoğalıyor. Burası daha sakin. Sayfiye yeri gibi… Bu da lazım ama insana. Hep aynı yerde kalmamak lazım.

Cihangir’de yaşayınca “bakkala giderken bile bir giyineyim kuşanayım, belki bir tanıdık çıkar” duygusu oluyor mu sizde de?
Cihangir’de full pijama falanım. Hiç alakam olmaz. Mutlaka bir hoodie olur ama yanımda. Berber evin karşısında hem de. Öyle, ev kılığıyla gezmece… Millet tanıyor ya zaten, “bizim çocuk” diyorlar. Şık şık giyinip berbere mi gideceğim… Spora gidiyorum evin çaprazında. Spor kıyafetlerim iyice “hobo” (evsiz) kıvamında. Kimse de “Can, o tarz değiliz, o değiliz ya” demiyor. Kendimi özgür hissettiğim bir alan var, o alan geniş. Moda şimdi bana değişiklik oluyor ama.

Belki taşınırsınız…
Buraya taşınmayı bir kere düşündüm. Ama sonra yanlış düşünüyorsun Can diye kendimi uyardım. Ne yapacaksın sen Moda’da dediler. Burada hatrı sayılır bir tayfam var ama ben gene de Cihangir’de iyiyim… Çok büyük değişiklik bu. Değişimi ben çok sevmiyorum.

Peki yurtdışındayken İstanbul’a özlem duyuyor musunuz? İzmir’i özlüyorsunuzdur muhtemelen ama…
Yok. Ailemi çok özlüyorum ama İzmir benim için ayda iki gün yeterli. Beş gün kalamam mesela ben İzmir’de. Evim İstanbul çünkü. Yurtdışında çok düşünmüyorum ne yalan söyleyeyim. Onlar genelde tatil ya da kaçış oluyor yoğunluktan kurtulmak için. Yani oraya gidip de “acaba şu anda köprü tıkalı mıdır” diye düşünmüyorsun.

Taksici hikayeleriniz var mı?
Eskiden “personalar” yaratırdım kendime. Uzun yol veya trafik var ve illaki taksiciyle muhabbet edilecek. Öyle tanışıyordum. Bir kere doktor olduğumu söyledim. “Tıptayım abi ben, beşinci sınıf öğrencisiyim” dedim. Boynu tutukmuş meğer adamın. Ben full faturanın arkasına reçete niyetine ilaç yazmaca… “Abi sen gene de bi doktora gözük neticede ben öğrenciyim” dedim sonra. Epey ilginçti. Persona çok zevkli, geliştiriyor insanı, eğlendiriyor. Taksiciyi memnun edebilirsin onunla sohbet ederek. Onun konuşacağı şeyler belli nasolsa, memleket meseleleri, trafik falan… Doktor olsan ne olur, mimar olsan ne olur. O da senin eğlencen işte. Şimdi yemez ama…

E tabii. Taksici de artık “imza alabilir miyim” deme noktasına geldi. Rahatsız mısınız “abi biz seni tanıyoruz” denmesinden?
Yo değilim neden olayım. Gayet mutluyum. 


“MÜZİK İNSANIN MARUZ KALDIĞI BİR ŞEYDİR. OYSA BİR KİTABI OKUMAYA KENDİNİZ KARAR VERİRSİNİZ”


Sosyal medyayı doğru kullanan bir müzisyensiniz: Twitter, Facebook, Tumblr, Instagram… Sanki sizi takip ederken arada bir şeyleri kaçırıyormuşuz gibi geliyor. Sürekli de üretiyorsunuz. 
Sanatın birkaç ayrı mecrasına iş üretmeye çalışıyorum. Hem aşçıyım, hem sanatçı hem de doktor gibi bir durum yok nasolsa. Bir çalışma odam var, her şeyi orada yapıyorum. Şiir yazacaksam da, beste yapacaksam da bu oradan çıkıyor. Bu benim için bir mesai. Hani “şarkılarınızı mutsuzken mi yazıyorsunuz” klişesi vardır ya, ona çok gülüyorum. Tabii, bileklerimi kesiyorum öyle yazıyorum. (Gülüyor)

Nasıl geçiyor bir gününüz?
Birkaç sayfa okuyorum, yazıyorum sabah uyanınca. Sonra ya şiir yazıyorum ya bir şeyler çalıyorum. Bu gün içinde ofis işi gibi bir şey benim için. Tabii donuk, mekanik bir şey değil, hissiyat var işin içinde. Bu benim işim.

Bu ara ne okuyorsunuz?
Okumaktan zevk aldğım kitaplar var başucumda duran, bir de okumam gerekenler var. En son Anton Çehov’un birkaç oyununu okumamıştım, “Vanya Dayı”yı, “İvanov”u okudum. Sonra okumak istediğim, Emrah Serbes’in “Paramparça”sını okudum, su gibi gitti o zaten.

“Behzat Ç.” sever misiniz?
Pek televizyonla aram yok. O kadar zor ki benim hayatımda. Ama güzel bir iş sanırım.

Şiirle aranız çok iyi, Küçük İskender’in hayatınızdaki yeri de ayrı bir mesele.
Tabii ki, ustam o benim. Onun editörlüğünü yapacağı bir şiir kitabı çıkaracağım ekim ayında. Ben şiirle çok besleniyorum. Müzikal olarak çok kişiden referans almadım bu albümde. Çok yoğun edebiyatın içinde olduğum bir dönemdeyim. Çok kitap, çok şiir okuyorum. Müzik zaten insanın maruz kaldığı bir şeydir. Oysa bir kitabı okumaya kendiniz karar verirsiniz. Ben de vaktimin çok büyük bir kısmını okumaya ayırdım.

İnsanın yaşı arttıkça okuması gereken kitaplar azalacağına, artıyor sanırım.
Kesinlikle. Bilmenin sonu yok. Zaman lineer bir şey sen de onunla birlikte ilerliyor ve yeni şeyler öğreniyorsun. Bunlar da sana daha yenilerini getiriyor. Hiçbirimizi her şeyi bilerek ölmeyeceğiz zaten. Zamanın kendisi bir yolculuk.

Sanal olarak çok şey paylaşınca “kendimi çok açık ediyorum” demiyor musun hiç?
Belli sınırlar çerçevesinde paylaşıyorum bazı şeyleri. Bu benim canımı çok sıkmıyor ama, derdimi anlatabiliyorum çünkü. Bazen otosansür söz konusu oluyor. Kitapta da yapacağım bunu. Anlatımımı örselemez ama. Mahlazım da vardı benim hatta.

Sorayım mı nedir diye?
Hayır, hayır… (Gülüyor) Acaba kitabımı mahlazla mı yazsam dedim. Ama sonra vazgeçtim onu yapmaktan. Zor olanı yapmak oluyor, benim için de bir meydan okuma.

Önümüz 14 Şubat… Özel günler konusunda nedir tutumunuz?
Ben pek sevmem, doğumgünümü de kutlamam. Anneler gününde anneme çiçek alırdım, babalar gününde ablam babama hediye alırdı da sanki hepimiz almış gibi yapardık.

Gelelim sıkı Bonomo fanları’na, yani “RakınRolla”lara…
Evet, biz takipçilerimize “RakınRolla” diyoruz… Fanlarımla birbirimizi sıkı sıkı takip ediyoruz. Biz onlara canbonomo.com’dan sürekli bülten gönderiyoruz diye şimdi onlar da bize bülten göndermeye başladı. Gecikince “çocuklar ne oldu acaba” diye endişeleniyoruz.

*** Touch İstanbul - Şubat 2013 sayısında yayınlanmıştır.***