28 Aralık 2012

“İstanbul’da yaz kış motorizeyim…”



Bu yüzden uzun bayram veya yılbaşı tatillerini çok seviyor ve kalabalıktan köşe bucak kaçıyor, Hayko Cepkin. Taksi veya toplu taşıma kullanmayı sevmiyor, motorundan inmek hiç istemiyor. İşte yeni albümü “Aşkın Izdırabı…”nı yayınlayan müzisyenin İstanbul’u…   

*** Touch İstanbul Aralık 2012 sayısında yayınlanmıştır***

SEBLA KOÇAN
Fotoğraflar: SERKAN ŞENTÜRK

Kariyerinin dördüncü albümü “Aşkın Izdırabını…”nı yayınlayan Hayko Cepkin, müzikte üretebilmek için öfkeden beslendiğini itiraf ediyor. Kalabalıktan hazzetmediği için de İstanbul’un özellikle kalabalık yerleri onu sık sık öfkelendiriyor, haliyle. İkinci derisi gibi giydiği ve “jartiyerim” dediği simsiyah tulumu ve motor ekipmanlarıyla; yıllardır vazgeçemediği tek ulaşım aracı olan motosikletiyle Üsküdar’dan Gümüşsuyu’na, yıllardır oturduğu Kurtuluş’tan Tuzla’ya İstanbul’u turluyor. Albümün anafikri olan aşkı, aşk acısını ve tabii ki İstanbul’u enine boyuna konuştuğumuz Hayko Cepkin, Touch İstanbul için motosikletini kapıya park etti ve yeni yılı şık kostümler içinde bizimle birlikte karşılamaya hazırlandı.
 
İstanbul’da insanlar en çok trafikte sinirleniyor, sizi en çok ne sinirlendiriyor bu şehirde?
Kalabalık. Çok kalabalık… Motosiklet kullanmıyor olsaydım şu albüm şu saatte henüz çıkmamış olabilirdi. Bak mesela sahne dekorlarını yaptırdığım bir hobi dükkanı var, Üsküdar’da ve saat 6 buçuktan sonra geliyorlar. Stüdyom Taksim’de, plak şirketim Gümüşsuyu’nda. Tuzla’dan kuzenlerime uğrayıp onlardan alet edevat alıyorum. Şimdi akşamın 6’sında Taksim’den “bir gelip bakayım” diye Üsküdar’a kontrole gidiyorum, sonra geri dönüyorum stüdyoya çalışmaya. Kimin gözü yer o saatte trafiğe çıkmaya? Ben bunu 45 dakika içinde yapıyorum. Bu yüzden yaz-kış motorizeyim.

Araba da kullanıyorsunuz ama, değil mi?
Evet. Araba da alet edevat taşımak gerekiyorsa maalesef gerekiyor. Ama tercihim değil. Yakın korumam da motorize, ekibimde de motor kullananların sayısı gitgide artıyor. Gideceğimiz işlere böyle gidiyoruz. Böylece dakik oluyorum ben her işimde.

İstanbul’da kaçış noktanız var mı?
Ev ya… Ben ev kuşuyum, pek başka bir yere çıkasım gelmez benim.

Gece çıkmak için rotalarınız vardır ama illa ki…
Ancak bir buluşmasyon vardır, “gel ya buradayız” derler, arkadaşımdır arar “gel jingle çıktı, single çıktı, fingle çıktı veya hiçbir şey çıkmadı, çıkarmaya çalıştık olmadı, gel” der, “moralim bozuldu” der, zınk diye neredeyse çıkar giderim. Hayal Kahvesi’nin yeni yerini beğendim mesela. “Küçüktü, sıcaktı, havası başkaydı” falan deniyordu eski yer için ama yeni yer bence çok güzel olmuş. Balans var bir de tabii, konserler için bol bol uğradığımız. Fiks menüm içinde bir de geçmişim orda geçtiği için Pendor var. Kankaları görmeye giderim oralara.

İstanbul’da hiç toplu taşıma kullandığınız oldu mu, “hadi şurdan vapura atlayayım” veya “metroya bineyim” falan dediğiniz?
Sanırım 16 sene olmuş, toplu taşımaya binmeyeli… Albümüm yokken de toplu taşıma kullanmazdım ben. Benim metrom motorum ya.. Vapurdan daha hızlıyım, metrodan daha hızlı giderim. Herkes birgün motor alacak! İstanbul bir gün Çin gibi olacak.

Bisiklet şehri değil de motor şehri olur diyorsunuz yani…
Bisiklet olmaz İstanbul’da… Buradan bisiklete binsek, Kurtuluş-Dolapdere yokuşunda tıkanıp kalırız. Çocukluğumda çok çıkmışlığım var, ama yolun ortasında çok ağlamışlığım da var. “Nasıl çıkacağım ben bu yokuşu? İçim çıktı!” diye… Hisar-Bebek’in oralarda, ikinci köprüye yakın bir yokuş var, ahhh, yarabii… Çocukken çıktık, yemin ediyorum, yokuşun belirli yerlerinde bisikleti yere atıp asfalta yatıyorduk. Dinlenip devam ediyorduk. Rezalet bir şeydi.


Yine de her şartta bisikletine binen var İstanbul’da.
Belediyenin Kartal, Pendik, Bostancı sırasında Kadıköy’e kadar yaptığı sahil bisiklet yolu mantıklı, ama gene de bir Hollanda olamaz İstanbul. Bir de bisiklet sessiz bir araç, riskli yani. İnsanlar arabanın içinde motorun bile sesini duymuyor. Türkiye’deki şöförlerde dikiz aynası kültürü olmadığı için bisikletin sessizliği kazalara imkan sağlar. Büyük, gürültülü bir makine İstanbul trafiğinde çözüm. Eskiden scooter kullanırdım, çok problem yaşıyordum. Arkadan “bip” diye korna çalardım, arabadaki anlayana kadar direksiyonu üstüne kırmış olurdu. Ama şimdi “booooarh!” diye gazı köklüyorum, arabadaki “Allaaaaah!” diyor, ben “çekilin!” demiş oluyorum. Birkaç sene evvel Boğaz Köprüsü’nü emniyet şeridinden çat diye geçerdim, şimdi hep 10-12 tane motor oluyoruz geçerken. Çoğaldı sayısı yani. İnsanlar farkına varmaya başladı.

Peki ya alkollüyken?
O zaman motoru mutlaka bırakır, ekipçe taksiye bineriz. Ama taksiye de çok binmiyorum, gündüzken pek tercih etmiyorum. Gecenin bir yarısıysa ancak… Çünkü taksiyi beklerken, onun devir teslim saatidir, sen o caddede beklersin, bekledikçe tanınma oranı gitgide yükselir, etraftakiler seni fark etmeye başlar, fark etme süresi içinde o taksiye binip kaçman gerekir, insanlar üstüne üstüne gelmeye başlar, falan filan derken… Bunları hayatta kaldıramam.

İstanbul dışında yaşamak zorunda kaldınız mı hiç?
Heybeliada’da bir dönem yaşamıştım. Adana’da da bir buçuk sene yaşadım. Trafiği çok karmançorman değil. Amma velakin orası da çok sıcak kardeşim… Orada yaşamak için kertenkele olman lazım. Kebaplar çok güzel tabii. Selçuk’u da çok seviyorum, İzmir’i. Ama yaşamadım, gittim geldim.

İstanbul’a bakıp “of çok güzelmiş” dediğiniz ilk an… Ne zamandı, hatırlıyor musunuz?
Çocukken sayım zamanı, sokağa çıkma yasağı vardı. Çıkmıştık tabii dışarı, caddede asfaltlarda yatmıştık. Sanki çok önemli bir şeymiş gibi, çok eğlenmiştik. Caddede top oynardık, bomboştu. İstanbul bir de bayram zamanı, iyi boşaldığında çok güzel geliyor bana. Bir kere Gümüşsuyu’na şirkete gidiyor idim. İnönü Stadı’nın yanından Dolmabahçe’nin orda, normalde hani çok trafik olur ve arabalar buhar yapar, manzara falan görülmez ya. Serap gibidir… Bomboştu. İşte o manzarayı gördüğümde “of, İstanbul sahiden çok güzel şehir” dedim.

“YILBAŞI BENİM İÇİN ÖZEL BİR GÜN DEĞİL”

Yılbaşı ile ilgili planlarınız var mı?
Yılbaşı yaklaşmaya üç ay kala plan yapmaya başlarım ben hep… Otururum, “ay yılbaşında ne yaparız, ne olur, hindi mi yesek, tavuk mu yesek, ne yesek diye düşünürüm…” Hahaha.. Hiçbir zaman plan yapmam tabii ki.

En eğlenceli yılbaşınızı hatırlıyor musunuz?
Gençken yılbaşlarında hep aileyi satar arkadaşlarınla plan yapmak için koşarsın. Ailen de seni yanında ister, olmaz, her sene kırgınlıklar falan olur. Zaman içinde yaş aldıkça aileye kıymet vermeye başlarsın ve bakarsın ki arkadaşların da 12’yi aileyle geçirip sonra merkez bir buluşma noktası varsa oraya gidiyor. Çark böyle dönüyor… Benim yılbaşlarım böyle geçiyor. İş pek almamaya çalışırım, ailem benim için özeldir çünkü. Anneme soracaksın bak esas plan işini; yılbaşına iki ay kala dolmasını, topiğini, zerdesini düşünür… Ben sadece yiyiciyim!

Dinleyiciye kapalı, yalnız davetlilerin olduğu bir lansman gecesi düzenlediniz. O gece aileniz de gelmiştir herhalde?
Tabii. Tam takımdık, halalar, yengeler, kuzenler, vaftiz analar, babalar… Kıkır kıkır gülüyorlardır. Babam arada “bana mı baktı, beni mi gördü” diye dolanıyordu. Ultra kalabalık bir aile değiliz. Babam tarafını bir çağırsaydım esas o geceye, Yozgat gecesi yapılırdı ya.

O gece tipik bir lansman gecesi gibi olmadı, siz eskilerden görüntüler ve videolarla destekli bir şov yaptınız aslında. Konserlerin arasında böyle şeyler yapmaya devam edecek misiniz?
Çok tebrik telefonu aldım. Televizyoncu bir arkadaşım dedi ki “bir buçuk saat boyunca bir şeyler anlattıın, insanların ilgisini üzerine topladın, sonuna kadar da dinlettin kendini. Bu bir televizyonculuk başarısıdır.” Bu sebeple başarılı ruhu olan bir gece oldu. İnternetten canlı seyredilmiş olanlardan da güzel mesajlar aldım. Ben üniversite söyleşilerine çok giden biriyim, bu tarz bir sunumla gidebilirim artık diye düşünüyorum. Eski görseller, videolar falan için LED ekran gerekiyor, o da yapılabilir.

“Dünden bugüne Hayko Cepkin” konseptini kayıt altına alma düşünceniz var mı?
Bir DVD yaparsam, konser görüntüsü haricinde bir ekstra multimedya yaratırım. Zamanı geldi geçiyor belki. Ama her seferinde daha sağlam duruyoruz. Yapınca iyi bir şey çıksın istiyorum. İçime sinen bir şey yok henüz, çekimler içinde. Bir oyun makinesi olmalı o DVD. Güzel görselli konser DVD’si standartından uzak olmalıyım. Zaman harcamalı, yeni bir şey yapmalıyım o konuda. Bunu çekeceğine inanacağım adamı bulamadım daha. Bana iyi fikir lazım. 


“HERKES İLK AŞKININ ÖMÜR BOYU SÜRECEĞİNİ SANIR”

Çıkış şarkınız “Paranoya”nın klibi de oldukça iyi.
Bu kliple birlikte iyi bir ekip olduk. Bir Tim Burton durumu oluyor sanki. Yeni klip için alan bakıyorlar mesela, üç ay varken bile daha. Bütün parçaların tiyatral bir havası var. Onları birleştirip ortaya bir tiyatro oyunu yapabilirsin mesela. Her parçanın hikâyesi olabilir, sahnede küçük kutu filmler yapılabilir. Kafamda fikir olarak 10 tane şey var, o konuda hiç sıkıntı yaşamam. Ama bunların hepsi için süre gerekiyor. Oyunlar kurgulamak, ışıklar, müzikler… Senfoniye karar vermek bir seneyi alır. Para da lazım buna tabii.

Her albümünüzde bir öğüt veren şarkı olurdu…
“Tek Gecelik” baya dik bir şarkı. “Bırak dinlesin sabaha kadar diyor”, o da bir öğüt aslında, hahaha…  

Bu şarkıların içinden haline en çok üzüldüğünüz adam hangisi?
Paranoyak olana üzülüyorum, ama o her şeyi kendi içinde yaşıyor. Esas sanırım “Kabulleniş”teki adam çok ezik. Ajite ediyor kendini, saçmalıyor yani. “Eğer gideceksen, tamam, ben yatayım yere sen beni ez de geç” diyor. Yazık ona.

Çok aşık birine verdiğiniz ilk öğüt ne?
“Hayatta daha neler göreceksin. Daha neler yaşayacaksın…” derim hep. Bunlar çok karşılaştığımız şeyler. Şöyle mailler geliyor, “abi kız benden ayrıldı, seni de çok seviyor, sen onu arayıp ‘o seni çok seviyor’ dersen belki geri döner”. Bu şekilde dönecekse bence hiç dönmesin. Bu yüzden kaale almıyorum böyle şeyleri. Herkes ilk aşkını ömrü boyunca devam ettireceğini sanır, onlara “rahat ol yavrum” derim. “Olsun, yaşa… Bu duygu çok güzel.” Çünkü en üst, en dip duygular sana ders çıkarır. Bir şey üretirsin belki… Onu unutmak için kendini başka şeylere konsantre edebilirsin belki. Belki de ezik olursun. Belki bayarsın sonra çevrendekileri… aşman gerekir kendini. Sosyal hayatını sorgularsın. Yaşayacağın her duygu sana bir şey öğretir.

Aşk acısı için ne yapmak lazım peki?
Kendini bir şeye motive et, hiç mi başka bir ilgi alanın yok? Kartondan gemi yap.. Legoyla oyna. Spora ver kendini, mesela. Spor çok işe yarayan bir şey. Çökmek istiyorsan çök ama. Ben severim. Çöküş dönemleri hoşuma gider yani. Yıkılmak, yalnız kalmak, en dertli müziği koymak… Mesela benim evde loop’larım vardır devamlı dönen, oturur manyak gibi dinlerim. Klavyede dertli bir notaya basarım, pedalın üstüne de taş koyarım, oturur sürekli onu dinlerim, çöküş beni çok dinlendirir.

Dibe vurmaktan korkmuyor musunuz?
Korkmuyorum, oradan çıkmasını bileceksin. Bu sana düşünme şansı yaratır. Kendini sorgularsın, çıkışı bulmak deneyim ve zekana bağlı. Deneyimin yoksa zeki olman gerekir. Hayal etmen gerekir çünkü, hiç yaşamadığın halde “şöyle kurtulabilirim” demen, fikir sahibi olman gerekir kendin hakkında… İnanıyorum ki dünyada pek çok insan kendisi hakkında fikir sahibi değil.

Aşkı fazla mı abartıyoruz acaba?
Kimisi için bir hastalık. Kimisi de o çöküş dönemini etrafından göreceği ilgi, alaka için kullanıyor. Bunların hepsi birer hastalık. İnsanların kendisini bulması lazım. Şiir yazabilirsin belki şairsindir. Hayatın her zerresinin tadına bakılmalı. Hayat da senin tadına bakacak işte…

Siz de öyle mi yaparsınız?
Evet, ben kendimi başka şeylere kanalize ettim. Spora verdim kendimi, mücadelenin içine girdim. İçinde çok korkunun barındığı sporlar yaptım özellikle. Sonra bu da çok basitleşiyor ve zevk aldığın şeye dönüşüyor. Zevkin de hududunu bilmek lazım. Eğer bir şey çok basite indirgenirse hata yapma şansı da yükseliyor. “Çok iyi araba kullanıyorum, hayvan gibi gaza basarım” der ve kaza yaparsın. İnsan hep amatör yapmayı bilmeli. Yaptığım işler bana bunu öğretiyor. Hislerimin tutmaması, kendimle mücadeleye sürüklüyor beni. Nerede yanlış yaptığımı hep düşünürüm ben. İnat etmemek lazım. Dikkafalı bir herifimdir de, ikna edebiliyorsan da ikna olurum.

“ÖRGÜTLÜ BİR FAN İŞİNE GİRSEM BÜYÜK OLAY OLUR”
** “Takıntı” testere gibi bir şarkı. Bildiğin nefes terapisi yani.
** Klip çekmek istediğim “Platonik”, “Boynuz Track”, “Takıntı”, “Kabulleniş”, “Takıntı” ve “Tükenmiş” var. Süremiz hangisine en uygunsa tak diye onu gireceğiz.
** Bu sene konserlerimizin de konsepti farklı. Yeni bir mikrofon sehpamız var. Portatif bir de mikrofon hortumumuz var. Kıyafetlerimiz bu kez kombinasyonlu. Dört farklı kıyafet aparatımız var, giyip giyip çıkartabileceğiz kolayca.
** Twitter kullandığım için fanlar da daha çok Twitter kullanıyor. Bir defasında gecenin köründe “dınk” yazdım. Bazen “bip bip” yazıyorum. Arkasından “dink donk”, “dank dunk” , “bip bip bip” falan bir akmaya başladı… Hepsini de RT’ledim, sayfanın canına okundu. 300 unfollow oldu, 1300 follow oldu. Çok eğlendik. Örgütlü hiçbir şey yapmadık bugüne kadar. Desem ki saat 9’da toplanıyoruz desem büyük olur.
** Bir yılbaşı konserinde dolu su şişelerini saygısızlık yapan seyirciye fırlatmıştım tekmeyle. O benim müzikteki tavrımı belirlemişti. Sokakta öyle bir şey yapılıyor olsa döner… Neyse… Hiç gocunan, lafını sakınan bir adam olmadım.