26 Nisan 2012

“Bu şarkılar doğuştan İstanbullu”


*** Touch İstanbul Nisan sayısında yayınlanmıştır*** 


“Kağıt Evler” sonrası bir süre Londra’ya giden ve orada şarkılar yapan Emre Aydın, nihayet kürkçü dükkanına, sevgili İstanbul’una geri döndü ve yeni Türkçe şarkılarının bir kısmını gün ışığına çıkardı. “Beni Biraz Böyle Hatırla” adını verdiği single’ıyla arz-ı endam eden müzisyen, bu kez İstanbullu şarkılar söylüyor.

Emre Aydın’ı en son bıraktığımızda ikinci albümü “Kağıt Evler” sonrası kendini Londra’nın gri, soğuk kaldırımlarına vurmuş ve İngilizce albümü için kendini orada kurduğu stüdyosuna kapatmıştı. Ara ara haberlerini alıyorduk: Keyfi yerindeydi, plak şirketini kurmuştu, hatta ev bile tutmuş ve ünlü prodüktörlerle anlaşmıştı. Ancak birden Akaretler’de yepyeni bir yapım şirketi kurduğunun ve gıcır gıcır Türkçe şarkılarla geri döndüğünün haberlerini aldık. Şaşırdık tabii… Emre Aydın’la buluştuk, neler oldu, neler bitti sorduk: İstanbul’a olan özleminden girdik, Twitter’a tekrar girişinden devam ettik, korku filmi senaryosundan çıktık.



Eski plak şirketinizden ayrıldınız ve yeni bir yapım şirketi kurdunuz: 565 Yapım. Nasıl atıldı temelleri?
Menajerim Fadıl’la (Dinçer) bizim üniversitedeki hayalimiz bir plak şirketi kurmaktı aslında. İlk hayalimiz benim şarkıcı, onun da yapımcı ve menajer olmasıydı. Zaman içinde o hayalimizi gerçekleştirdik. Şimdi yapım şirketimizi de kurduk: 565 Yapım. Aslında biz hep sinema yapmak istiyorduk, ama müzik endüstrisi içinde her şey çok yoğundu, bir türlü vakit bulamamıştık. Bir yandan müzik, bir yandan da film yapmak için kurduk bu şirketi.

İçinizde gizli bir sinema aşkı mı yatıyordu yoksa başından beri?
Aynen, cast ve yönetmenle anlaşmış durumda değiliz ama elimizde çok güzel bir hikâye var. Bu bir korku filmi. İyi bir örneği olmadığını düşünüyoruz Türkiye’de. Elbette yapanların emeğine saygımız var, ama bu bizim düşüncemiz. Üzerine çok uzun süredir düşünüyoruz. Senaryomuz bitmek üzere, takvimimiz de belli, eğer bir aksilik olmaz ise herhalde Kasım gibi vizyona gireriz diye düşünüyoruz.

Peki siz filmde oynayacak mısınız?
Hayır, ben yalnızca yapımcı olarak rol oynuyorum. Filmin ana hikâyesini tamamladık. Üzerine senaryo eğitimi olan biri kalem sallayacak. Türk ve İngiliz ortak yapımı bir film bu. Destek almak durumundayız tabii. Aslında şu an Türk sineması Avrupa sinemasıyla başabaş gidiyor, bazı yönetmenlerimiz önde bile. Ama korku filmi dalında boşluk var. Ben izleyici olarak da Türk korku filmi izlemek istiyorum aslında, çünkü bizim kendi kültürümüzün çok daha korkutucu öğeleri var. Bakalım neler olacak…

Gelelim dumanı üstünde şarkılara. “Soğuk Odalar”da sizinle düet yapan yeni bir sanatçının da adını duyacağız: Gülden Mutlu. Yollarınız nasıl kesişti?
Başkalarının albümlerini yayınlama fikrimiz yoktu. Aslında Ada Müzik zamanında harika bir iş yapıyordu: bütün albüm yayınlayamayan alternatif grupları buluyor ve onların albümlerini yapıyordu. Biz de bunu yapmak istiyorduk. Ama bir şarkıcı bulup, ona yatırım yapmak gibi bir planımız yoktu. Taa ki, Londra’daki yönetmen arkadaşımız Serdar Ferit bizi Gülden’le tanıştırana kadar… Birkaç yere “alternatif gruplar demolarını bize e-maille gönderebilir” diye ilan verdik. O da görüp “benim bir arkadaşım var, çok yetenekli” diyerek Gülden’in şarkılarını gönderdi. Gülden çok iyi bir besteci, kaliteli bir pop yapıyor. Tüm şarkıları harikaydı. Bence benden daha başarılı olacak kendi albümü çıktığında. Aslında “Beni Biraz Böyle Hatırla” tek şarkılık bir single olacaktı ama Gülden’le tanışınca “Soğuk Odalar” da single’a dahil oldu.

Sizin yeni albüm ne zamana?
Yazdan sonra muhtemelen. Yazın yanlış olur, sonbahara ancak yetişir. Bir önceki çalıştığımız plak şirketinin takvimine göre benim için çok kısa bir ara olmuştu. İlk albümle ikincisi arasında dört yıl var, düşünsene. Onların ricası üzerine o takvim için yeni şarkılara girişmiş, prodüktörlerle anlaşmıştık. Benim fan kulübüm yakından takip ediyor her şeyi. Birazcık kızdılar ve bozuldular gecikmeye. Bir anket yaptık sonra, “ne istersiniz” diye sorduk onlara. “Yeni şarkılar istiyoruz” sonucu çıktı anketten, o yüzden albüm öncesi bir ısınma turu atmak istedik.

Fan kulübünüzü dikkate almanız ne güzel…
Başından beri öyle yapıyoruz. Bana kalsa İngilizce albüm biter de, dışarlarda uğraşırdık da, Türkçe albüm sonra kalırdı da… Ama fan kulübün yönlendirmesi çok önemli.


İSTANBULLU PRATİKTİR, HIZLIDIR, ÇÖZÜMCÜDÜR

Londra’da başınıza neler geldi, İngilizce albüm projesi rafa kalkmadı değil mi?
Hayır. Ama bu tip ertelemeler hemen her şey için, sinema filmleri ve Türkçe albümler için de oluyor. Bizim planımız şu an bu single çıkar çıkmaz, ki bizden çıktı, Gülden’in albümünün ve benim albümümün tamamlanması. Hemen sonrasında da sinema filminin vizyona girmesi… Ama bir şey oluyor, şartlar değişiyor. İngilizce albüm işi de öyle. Londra’dayken konserler yüzünden Türkiye’ye çok sık gidip geldim. Dramatize etmek istemiyorum ama problemler yaşadık orada. O kadar çok Türkiye’ye gittik geldik ki İngiltere’de yaşamamaya başladık, orada tuttuğumuz ev öylece durmaya başladı. En sonunda da gitmemeye karar verdik… (Gülüyor)

Sütten ağzınız yanmış gibi sanki… Yoğurdu üfleyerek yiyorsunuz.
Şunu tecrübe ettik. Avrupa marketinin merkezi İngiltere değil, İngiltere kendi marketinin merkezi. ABD’den sonraki en güçlü merkez, kabul. Ama Doğu Avrupa’yı da kapsayan en büyük marketinin merkezinin Almanya olduğunu öğrenmiş olduk. Çok iyi oldu, aslında. Rotayı Almanya’ya kırdık şimdi. Büyük prodüktörlerle tanışıp işlerin nasıl yürüdüğünü öğrendik Londra’da. Buradan çok farklı değil. Ben The Verve’in, Richard Ashcroft’un hemen hemen hiçbir işini kaçırmadım, çocukluğumdan beri çok severim. Onların prodüktörü Chris Potter’la oturup epey fikir alışverişi yaptık. Robbie Williams’ın prodüktörüyle tanıştık, vesaire. Bu işi orta vadeye erteledik, orada bir label kurduk ve o duruyor. Biz iyi bir işin buradan da çıkabileceğini önce kendimize kanıtlamak istiyoruz. Esas amacımız bu, tekrar deneyeceğiz.

Londra’dayken İstanbul’un en çok nesini özlediniz?
İlk üç ay hiç gelmedim. Sonradan üniversitelerin konserleri yüzünden sık sık geldim. Biz hayat koşullarının zaman içinde öğrettiği bir şeye sahibiz: pratik olmak. Çok planlı ve çalışkan değiliz belki ama pratik çözüm bulan ve her şeyi hemen yapan bir toplumuz. İngilizlerin bununla alakası yok. Markete gidip bir şey almak bile tüm gününüzü alabiliyor. Her şey çok yavaş ve posta sistemiyle işliyor. Her gün postacı size iki torba şey getiriyor. Bankada hesap açmak bile çok yavaş… İstanbul’da her şey hızlı. Burada sizin haberiniz olmadan bankanın yaptığı bir şey orada günlerce uzuyor, önce randevu almanız gerekiyor, saatlerce konuşuyorsunuz falan… Off, off!

İstanbulluluk kendini gösteriyor işte öyle zamanlarda, değil mi?
Evet, aynen dediğin gibi. Ben nefret ettim o durumdan. Londra’dan değil ama bu yavaşlıktan gerçekten çok nefret ettim! İstanbulluluğun en belirgin olduğu alan oydu. Eskiden yoktu belki ama Londra’nın keşmekeşi daha kötü. Herdaim trafik ve korna sesi var artık…

İstanbul’da yaşamak da bir çeşit mücadele gerektiriyor ama daha zevkli diyorsunuz yani?
Evet, ama sürekli bir savaş halinde olmak gerekiyor. Sabah kalkar kalkmaz trafiğe yakalanmamak için hangi yoldan gideceğimizin hesabını yapıyoruz. Devamlı kafamız çalışıyor. Ve pratik olmaya, çözüm getirebilmeye başlıyorsunuz her şeye. Aslında aynı sıkıntılar olmasına rağmen orada her şey mesele. Taksi çağırmak bile 10 dakika sürüyor yahu! İstanbul’da yaşayan ve her şeyi çok hızlı yapmaya alışan insanlarız, 10 dakika boyunca taksiye kredi kartından ve adresten bahsedince fena sıkıldım. Çok kalabalık olmasına rağmen daha düzenli bir şehir Londra.Ama her şey planlı. Bir cep telefonu bile alamadım ya, çok komikti… Bir Hintli buldum sonunda, telefonum bozuk, almam lazım, en sonunda İngilizlerden umudu kesince bir Hintli’den satın almak zorunda kaldım!

EN GÜZELİ GECE YEMEK SİPARİŞİ VEREBİLMEK

İstanbul’a dışarıdan gelenler hep burada her saat yiyecek bulabilmenin rahatlığından bahsederler, katılıyor musunuz?
Kesinlikle, orada 9’dan sonra yemek bulabilmek imkansız. 5’ten sonra da dükkanlar kapanıyor. Ben aslında üç günde bir büyük yemek yemeyi seviyorum. Düzensiz yaşayan biri için böyle olması lazım. Ben gece yaşayanlardanım. Temel ihtiyaçları bile bulmak dert, su bulamıyorsun orada yahu. Biz çok uzun süre dolapta abur cubur olsun, ama ne olsun diye çok düşündük. İngilizlerin bir mutfağı bile yok. Lütfen bozulmasınlar bana ama “fish and chips” dışında ne var? İstanbul’daki en güzel özgürlüklerden biri gecenin bir vakti internetten yemek sipariş edebilmek!

Bizim zengin Türk mutfağımızın en güzel yönlerinden biri de sokak lezzetleri aslında. Belki Beyoğlu’nda bir ara sokakta yenen bir midye dolma, belki Samatya’da yol üstünde duran bir nohut-pilavcı… Sever misiniz böyle şeyleri?
Benim öyle meraklarım yok. Yemek düşkünü değilim aslında. Nohut pilavcıları da pek bilmem.

Formunuzu koruyabilmek için mi bu tercih, yoksa?
E tabii, ona dikkat etmem gerekiyor çünkü dikkat etmediğim zaman durum alıp yürüyor. Ama artık yolda yürüyebilmek bile zor. Dışarıda vakit geçirebildiğim zamanlar ben de İstiklal Caddesi üzerindeki Türk usulü hamburgerciler ve o diğer lezzetlerden büyük keyif alabiliyordum. Eskiden… Ah. Gençtim o zaman… Bu tip şeyler gençken daha kolay. Belli bir yaştan sonra konfor arayışında oluyor insan.

En çok sevdiğiniz semtleri hangileri, İstanbul’un?
O kadar az çıkıyorum ki sokağa... “Yımırta”ya gittim geçenlerde. “Biz açız” dedik, “Kahvaltı ayarlayayım” dedi Özgür (Aras). Bir kahvaltı geldi, çılgınlar gibi! Ben ilk geldiğimde Cihangir taraflarındaki kafeleri seviyordum. Sonra oraların da bir “tribi” olduğunu öğrendim. Gitmedim uzun süre.

Gene de sevdiğiniz yerler vardır mutlaka.
Birkaç belirli yer var. Biri Four Seasons’un içindeki Aqua Restoran. Biri de Hilton’un yukarısında Lübnan restoranı olan Al Bushra. Kanyon içindeki Konyalı’yı da çok seviyorum. Tünel’de gittiğim Mano diye bir hamburgerci var. Bir de Ortaköy House Cafe. Biz arkadaş grubumuz kendi içimizde sık sık ofis partisi veriyoruz aslında. Epey kalabalık bir ekip olduğumuz için ofiste kendi kendimize eğlenmelerimiz meşhurdur.

Bahar da geldi nihayet… Yürüyüş yapmayı sever misiniz İstanbul sokaklarında?
Rahat yürüyebileceğim bir yer maalesef zor. Nişantaşı güzel ama Osmanbey’den itibaren fotoğraf çektirerek yürümeye başlıyorsunuz. Yorgun olabiliyorsunuz bazen. Bebek’te veya Etiler’de arkadaşlarımla oturmaya gitsem de flaşlar patlıyor. Kötü görünüyor işte o haberler. Dolayısıyla insan huzursuz oluyor.

ŞEHİR GERÇEKTEN MÜZİĞİ ETKİLİYOR

Şehir sizi ne kadar besledi? İstanbul müzisyeni besler çünkü, hemen her semtle ilgili şarkı bulabilirsiniz düşünseniz…
Londra’da evin bir odası stüdyoydu. Canlı çalıp kaydediyorduk. Bir süre sonra İstanbul’da aynı şeyi yaparken çaldığımız gibi çalmadığımızı anladık. Karanlık, yağmur, havadaki yağ kokusu falan…

İnsanın içinden neşeli bir şey çalmak gelmiyor, diyorsunuz…
Benim zaten çoğu zaman  gelmiyor (gülüyor). Ama orada kullandığım armoniler bile değişti. Yavaş yavaş, ağır ağır çalmalara başladık. Sürekli bunu duyuyorsunuz bir de. Her yerde hala deli gibi Beatles çalıyor. Hiç güneş açmadı biz oradayken. “Kağıt Evler”in kaydı sırasında Stockholm’de bile daha az zorlanmıştım. Çok soğuk bir kıştı, karanlıktı ve tek başımaydım üstelik. Ama bu çok daha zordu.

O nedenle mi “Kağıt Evler” daha sert bir albümdü “Afili Yalnızlık”a göre?
Evet, bu kez de sound’um alternatifleşti. Garip bir şey oldu bana (Gülüyor) İsveç’teki albümün sertliği prodüktörden değil, onu ben yaptırdım. Planlı olmuyor bunlar.  Bittikten sonra fark ettim ki, şarkı sert. İçinde elektro gitar olmasa bile sert...

Sözleri de daha sertti…
Aynen. Şimdiki albüm öyle değil. Diğer biriktirdiklerim de öyle. İngiltere zamanı kaydettiklerimiz bilgisayarımın masaüstünde “trip hop” adında bir klasörde duruyor. Geçenlerde açtım ne yapmışız dedim, süper farklı olarak duruyor. Onlar İngilizce iş zamanı elden geçecek. Sorulduğunda “o kadar etkilemiyor” derdim ama, sonradan anladım ki şehir gerçekten müziği etkiliyor. Bir dinleyici demişti: “Afili Yalnızlık” ne kadar Egeli bir albümse, “Kağıt Evler” o kadar Stockholmlü. Hakikaten de öyle. Yeni şarkılarsa birebir İstanbul şarkıları. “Beni Biraz Böyle Hatırla”nın sözlerini İstanbul’da yazdım. Aslında bu bir düz yazıydı. Öylece duruyordu bir kenarda. En sonunda şarkıya döndü.

O öykülerden bir kitap da çıkar mı acaba?
Var böyle bir fikrim, sonraki Türkçe albüm için. Ama çalıyorlar sonra bu fikirleri. Konsept var aklımda, çok anlatmayayım sonra başkasından duymak istemiyorum. Şiir seven bir toplumuz ama onların popülerliği çok geçici oluyor nedense. Yazmayı seviyoruz belki de sadece.

Sanırım biz işin göstermelik kısmındayız, şiirlerin “tweetlenebilecek” kısımlarını almayı, aforizmalar üretmeyi seviyoruz… Şarkı yazarlığında da böyle sıkıntılar olmuyor mu?
Aynen, o kadar doğru bir şey söylüyorsun ki. Öyle bir problemimiz var. O işi yapan besteci, söz yazarının tek bir derdi var. O şarkının dinleyici tarafından algılanıp algılanmaması. Artık biliyor neresinde ne olacağını. Söz yazarı kendisini tatmin etmeye çalışmıyor, “bu şarkı tutar” diyor ve çıkıyor işin içinden. “Bu söz çok alışılmış ve üzerine iki saniyeden fazla düşünülmemiş” diyor. Kullandığınız bir bağlaç bile oysa ki, tüm havayı değiştiriyor oysa. Belki de bunlar ilkokul ve ortaokul öğretmeninize bağlı.