16 Şubat 2011

“Oyuncak robot taklidi yaparken babama yakalandım”

 
***3-17 Şubat 2011 Aktüel dergisinde yayınlanmıştır.***

Atilla Atalay okurlarının uzun zamandır merakla beklediği “Mecnun Kuleleri” yayınlandı. Usta yazar; yeni kitabını, okurlarının pek bilmediği gündelik hayatını ve Türkiye’deki mizah dergisi geleneğini Aktüel’e anlattı. 

SEBLA KOÇAN
sebla.kocan@aktuel.com.tr

FOTOĞRAFLAR: ERGUN CANDEMİR

Türk mizah tarihinin belki de “en sessiz ve derinden” giden isimlerinden Atilla Atalay; kariyerinin 14. kitabını geçtiğimiz günlerde yayınladı. LeMan’da süren “Sıkılhan’la Diyalog Çabaları” ve Le-Manyak’ta süren “İlişki Uzmanı ve Yaşam Koçu Sarı Dobra Lanbanu Ohnur” köşeleri ile daha önce hiç yayınlanmamış altı öyküden oluşan “Mecnun Kuleleri” vesilesiyle ünlü yazarla biraraya geldik.

Son kitap “Kalbin Böcüü”nden bu yana iki sene geçti. “Kalbin Böcüü” biraz da “best of” gibiydi, birçok okur “bunu saymayız gene bekleriz” dedi, sebebi neydi böyle bir toplama yapmanın?
30. yıl anısına seçilmiş 30 öyküden oluşmuş bir kitaptı o. İlginç bir şekilde, okurlar kendi elleriyle öykülerden seçip, zımbalıyordu. İki ayrı kişi böyle bir şey yapıp göstermişlerdi bana. İçindeki öyküler en aşağı 20 yıllıktı ve birçok insan bilmiyordu. İlk kez sadece öykülerden oluşan bir kitap topladık böylece.



İletişim Yayınları’ndan çıkan 12. kitabınız “Mecnun Kuleleri”nde  altı yeni öykü var. “Dayıcım”da İTÜ İnşaat Mühendisliği’nde okuduğunuz yıllarınızdan bahsediyorsunuz, ama hiç okuduğunuz mesleği yapmadınız. Yazmak dışında başka bir mesleğiniz var mı?
Zaten fırsat da olmadı. Yazarlık dışında bir şey yapmadım hiç. Zaten İnşaat Fakültesi’nde okurken bir yandan Gırgır’da çalışıyordum. Bitirdikten sonra devam ettim.

LeMan’daki köşe devam ediyor. Sizin bir dönem TV dizisi yazdığınızı biliyoruz. Bir de “Karagöz ile Hacivat Neden Öldürüldü?” için senaryo danışmanlığı yapmıştınız.
Evet, “Sıdıka” TV dizisi olmuştu. Bir film senaryosu üzerinde çalıştım geçen sene. 2453 yılında geçen, “Gelecekte Bir İstanbul Öyküsü” adında. “Sıdıka”nın  yapmıcı firması hazırlıyor. Gelecekte geçtiği için filmin bir kısmı 3D çekilecek, teknik olarak çok zor. Şu an ön hazırlıkları sürüyor. Yaz ortasında çekimlerine başlanacak gibi görünüyor ama vizyon tarihine daha çok var.

Bu kitapta bazı öykülerin başında Aşık Dertli, Enis Batur, Yevgeni Zamyatin’den alıntılar var. Biz okurlar, takip ettiğimiz yazarların da kimleri okuduğunu merak etmeden duramayız. Son dönemde kimleri okudunuz en çok?
Çıkan bir sürü kitabı, Dan Brown’ınkiler dahil okumaya çalışıyorum. Rahatsızlık düzeyinde bir şey var bende. Takvim yaprağının arkasından tutun, internetten bulduğum bilmemneyle ilgili bir kitabı bile okuyorum. İngilizcem çok iyi değil ama bulabildiğim her şeyi okuyorum. Alıp alıp her yere yığıyorum. Evin her yeri dolu. Özel olarak bir okuma kampı yapmıyorum aslında. Uzmanlık gerektiren bir şey yazıyorsam da internette çok araştırma yapmam gerekiyor.

Örneğin, ona e-mail yazanlara sürekli “küçük seksi iççamaşırları giyin, çöp kovasına minik aşk notları yazın, butik bir otelde tatile gidin” gibi  tavsiyeler veren “ilişki uzmanı” Lanbanu Ohnur’u yazarken epey araştırma yapıyor olmalısınız…
Ben de gelirken onu düşündüm. Bir sektör kendini bu kadar mı yenilemez? Yüzyıllardır “küçük notlar yapıştırın, tatlı bir şeyler” öğüdü veriliyor. Çok büyük bir sektör. Dergiler, romantik komediler… Trilyon dolarlık bir şey yani düşünün. Çok gülüyorum. Bu yüzden bu tür şeyleri de çok okuyorum. Deniz otobüsünde bir okurla karşılaşmıştık. Benim elimde binlerce genç kız dergisi vardı. Açıklamakta zorluk çektim. Çünkü onları alıp hırhırhır karıştırıyorum. Sıfır IQ filmlerinin alayını seyrediyorum. Ufak tefek zehirlenmeler oluyor tabii. Ama geçiyor sonra.

Baturalp Dinçdarı’ya, Sıdıka’ya, Majesteleri Eray’a alışan okurlarınız için “yeni” kahramanlardan biri de Sıkılhan. Peki artık hiç Sıdıka yazmayacak mısınız, çok mu sıkıldınız ondan?
Aslında kendi içinizde o kahramana dair bir şey var, o bitiyor. Yeni bir şey gözünüze batmaya başlıyor “bu çok komik” diye. Önce varolan tipin içine yazıyorsunuz. Sonra birden dönüp onun üzerine yoğunlaşıyorsunuz. Ama bir şey de “Sıdıka”lık olursa yazarım yine. Bir tek sanırım Eray’a dönüş olmaz çünkü o fersah fersah ötelendi. Herkes majeste oldu artık.

“KILIÇDAROĞLU BİLE İSİM VEREREK ‘ BU KONUYU LEMAN’A VE UYKUSUZ’A HAVALE EDİYORUM’ DİYOR”
“Sıdıka”nın dizi macerası olduğu dönem sonrasında dizinin tekrarları çok izlenir olmuştu. Bir dönem TV’ye çok iş yaptığınız, peki şimdi?
Aslında mizah dergileri ve sadece kitap yazarak geçinilmiyor. Tirajlar da düştü mizah dergilerinde. Ara sıra öyle şeyler yapmak gerekiyor. Şöyle bir şey de var. TV’de komediden ziyade ağlamalı şeyler daha çok var. Geçenlerde Gani Müjde söyledi: “Eskiden 50 tane komedi dizisi vardı, şimdi ise her şey çok ağlamaklı.” “Yaprak Dökümü”nde helak oldular, herkes Osman’a Fatmagül’e ağlıyor. Olursa da “Çok Güzel Hareketler Bunlar” falan gibi skeç tipi komedi programları oluyor. Uzun dönemde komedi dizilerinin varlık göstereceğine inanıyorum gerçi. Bir de 90 dakika meselesinden de olmuyor komedi.

Galiba mizah daha çok internette yaşıyor gibi bir durum söz konusu. “Yerli Dizi Yersiz Uzun” hareketine katılıyorsunuz, o halde?
Evet, gerçekten çok uzun. Sit-com’lar 30 dakika olmalı. Bana bile “Sıdıka”nın son dönemlerinde 90 dakika yazmam konusunda baskı görüyordum. Ekmek parası tamam ama bu tempoyla mümkün değil. Gerçekten anlamsız bir süre. “Senaryo yazmak öyle bir şeydir ki, o güzel adını 100 sayfa alt alta yazsan bile sıkılırsın” demişti Sıtkı Süreyya. Bir de hep dört bölüm önden gitmek zorundasınız. Ve diziler yayından da kaldırılıyor. Yurtdışında süreler, kurallar ona göre belirlenmiş. Daha çok yeni geçildi çok kanallı döneme. Kendikendimize kurallar koymuşuz o da acayip.

Siz bir yandan da Oğuz Aral’a saygı duruşu niteliğinde bir mizah bloguna imza attınız: “Blogların Amiral Gemisi” adında. Bir nevi yeni nesli oradan yetiştiriyor oldunuz. Nedir hissiyatınız?
Osman Şayan ve Alper Atalan katkıda bulunuyor bloga. Çok da üzüntü verici bir şey. Birilerini daha zehirlemiş gibi hissediyorsunuz. Hayatınız boyunca onlardan sorumlu gibi oluyorsunuz. Şartlar çok kötü çünkü. Bu yazarların filmlerini, dizilerini göreceğiz, gurur verici ama kendinizle birlikte onları da düşünüyorsunuz. Blogdan önce Eray zamanında çıkıyordu pırıltılı zekalar. Ekşisözlük gibi interaktif şeyler pek yoktu. Her hafta sürpriz yumurta gibi acayip mektuplar geliyordu. Eray’ın uşağı Sebastian’ı öldürme planları konuşulurdu. Bir okur; Sebastian’a mum ışığı olan bir odada, içine bütan gazı doldurulmuş bir şişme kadın hediye etme planını yazmıştı mesela.

Mizah dergiciliği bölüne bölüne bugünlere geldi. Siz sarı dergilerin ilk günlerinden beri yazıyorsunuz. Gırgır günlerinden 1000. sayısını kutlayan LeMan’a (Limon) , Penguen ve Uykusuz’a kadar çok dergi geldi, ama nihayetinde son iki dergi genç kuşağın daha çok sahiplendiği mizah dergileri oldu galiba?
Biraz öyle. Mizah dergilerinin toplum için muhakkak olmaları gerektiğini düşünüyorum. Maddi zorluklardan kapanırlarsa çok üzülürüm. Zaten reklam gelirleri de yok. Kanaviçe gibi işleyerek, el emeği göz nuru çıkan işler bunlar. Kimseye de eyvallahı yok mizah dergilerinin. Bu bir gençlik geleneği. Etkisi günümüzde daha fazla. Kılıçdaroğlu “Bu konuyu Uykusuz’la LeMan’a havale ediyorum” falan diyor.

Siz son dönemde kimlere çok gülüyorsunuz?
Eski mahalle işlerinin ustası Engin Ergönültaş ama ben Umut Sarıkaya’ya da çok gülüyorum. Bir mahalle çiziyor Umut, mahvoluyorum gülmekten. Ailelerin pimapen takıntısına çok gülüyorum. En son gezegeni pimapen kaplatmışlar ya. Yazıları da çok komik Umut’un. Ahmet Yılmaz’a mutlaka gülerim, banko. Cem Dinlenmiş var, yeni nesilde politik mizah çok eksik aslında ama onda çok oturmuş durumda. Çoğu kendisini anlatıyor ama o farklı.

“SIDIKA VE ABİSİ FENERLİ DİYE BENİ DE ÖYLE SANIYORLAR”
Hiç yazdıklarınız yüzünden başınız belaya girdi mi? Mesela kitapta eski sevgilinizin şimdiki çocuğundan bahsediyorsunuz, onun babasından acayip bir tepki geldi mi?
Yok, benim yazdıklarımı okuyacak adamlar değiller onlar. Benden parçalar taşıyor diye düşünen insanlar muhakkak oluyordur tabii. Annem karışıyor mesela, “Neden hep kendini içki içerken yazıyorsun” diyor. “Yahu anne, bu bir öykü!” diyorum. “Ama Şaziyanım teyzen okuyor” diyor. E okusun, ne yapalım yani. Sıkılhan’ı beğenmiyor mesela. “Bu çocuk annesinin suratına kapatıyor, konuşsa ya canım” diyor. Böyle hesaplar veriyorum bazen çok komik.

İsim benzerliği yüzünden başınıza gelmiş bir öykü de var kitapta “Yangın” diye…
Evet, o gerçekten oldu, sonlara doğru kurguydu gerçi. Bir de yazdığınız karaktere ilişkin bilgileri sizle ilişkilendiriyorlar. Bir kere öyle bir programa çıktık NTV’ye Latif Demirci ile birlikte. Ben kitap tanıtım programı sanıyorum, fanatik futbol ve bilmemneler diye bir şeymiş. Sıdıka ve abisi Fenerbahçeli diye çağırmışlar meğer. “Siz de tabii bir Fenerbahçeli olarak…” dediler, “Yok ben Beşiktaşlıyım” dedim. Latif Abi de “Mithat’la Mirsat Fenerli ama ben de Beşiktaşlıyım” dedi. Programa gelen diğer konuk kızdı bize, “Fenerbahçe bir mizah şeysi midir, neden öyle yazıyorsunuz” falan dedi. Yahu bu bir kitap!

Peki yazarken de başınıza tuhaf şeyler geliyor mu?
Televizyon dizisi ya da görselliği olan bir şey yazarken tuhaf şeyler oluyor. Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer’e bir TV işi yapıyorduk Can Barslan’la. “Aynı işi yapan karı-koca” diye bir şey düşünüyorduk. Karı-koca dansçılar, baletler misal. Estetik bir dans yaparken “Ütünün fişini çekmedin mi?”, “Annenler bize gelirse suratına bilmemne yaparım” diye fısıldaşıyorlar falan. Sahneyi canlandırırken Can’la, o esnada odaya girenler anlam veremiyorlar tabii. “Hacivat’la Karagöz’ü Kim Öldürdü?”yü yazarken komşu görmüştü beni garip şeyler yaparken. Sarnıç kazıyorlardı öyle bir sahne vardı. Bizim evin bahçesinde kuyu önünde denemeler yapıyordum, konuşuyordum ben de. Çünkü görsellikle süreyi de kestirebiliyorsunuz. Hareketten komik çıkacak mı diye de uğraşıyorsunuz. Bir seferinde de, Haluk Bilginer robottu, tek başına duvara doğru yürüyordu. Hani oyuncak arabaların önüne set koyarsınız gidemez ya, öyle bir durumu taklit ediyorken babama yakalanmıştım. Çizerler de çizdiği karakterlerin suratını taklit ederler farkında olmadan. Sıdıka’yı falan da hep konuşuyordum ben. Bir kere saatlerce mısır patlattım evde. O bölümde Sıdıka’nın babası eve mısır patlatma makinası alıyordu. Evde kar gibi mısırlar yağıyor falan, ne kadar uzağa gidiyor diye bakıyordum. Evin her tarafı yarım saat içinde mısıra kesti. Evdeki insanlara açıklayamıyorsun, “delirdi herhalde” diyorlar.

Yazmak dışında gündelik hayatınız nasıl geçer, neler yaparsınız?
Benim binlerce hobim var. Bazı insanlar delirip 10 gün boyunca heykel yapar sonra resme geçer ya. Ben çok iyi bir marangozumdur mesela. Aileden gelme bir durum da var. Kendi kendime yaptığım dolaplar falan var. Konu komşunun tamir işlerine de giderim. Sıhhi tesisatçılıktan tut, motor tamirine kadar gider bu. Sökerim, günlerce onu tekrar çalıştırabilmek için uğraşırım. Kafamın en çok dinlediği anlar tamir yaptığım anlar. Jeneratörlerim falan var, orada çok sık elektrik kesiliyor. Sanayiiye gide gele ustalara posta koyuyorum artık. Arabalarımı da kendim tamir ederim, mühendislik burada işe yarıyor. Balık tutuyorum, bir sürü deli işim var. Mühendislik yapsam bu iş imkansız olurdu. Bu sene tarımcılığa taktım kafayı, FarmVille’de tarım yapıyor millet ama ben bahçede acayip güzel domates yetiştirdim. Geçenlerde süs kabaklarımı çalmışlar, konu komşuyu yıktım “kabaklarımı kim çaldı” diye. Adım deliye çıktı zaten.

Şehrin içinde yaşamamak bilinçli bir tercih mi?
Şehir içine istediğim zaman gidip gelebilecek mesafede olmak güzel. Merkezden çok da kopmamış oluyorsunuz ama deniz kenarında olabiliyorsunuz da. Silivri’de yaşıyorum, kasaba kültürü de var biraz orada. İnternet olunca tüm günlük gazeteleri okuyabiliyorum, bir şey yazıp göndereceksem kullanabiliyorum. Evde iki tane köpeğim, balıklarım, kuşlarım var. Çiftlik gibi bir yandan. Bir sürü arkadaşım gidip geliyor. Bir ara Can Barslan taşındı, şimdi de İrfan Sayar ve eşi geldi. Kendi dergimden meslektaşlarımla komşu olduk. Ama normalde yazlık için kullanılıyor ve inanılmaz sakin.


TÜRKÜ DİNLEYEREK KAMYONCU GİBİ YOL YAPIYORUM
Müzik zevkinizi de merak ediyoruz, neler dinlersiniz?
Çok ciddi bir Kibariye hayranıyım. Gırtlak olarak sesini Aretha Franklin’e benzetiyorum. Tanıştık bir kere. Bir TV programı kulisinde saçı yapılıyordu. “Benim düğünüme gelir misin” dedim, “Gelirim tabii anacım, sen çağır bakalım” diye anne sesiyle. Erkin Koray ve Duman’ı da seviyorum. Yazarken de türkü dinliyorum. Ne çaldığı önemli değil. Ders çalışırken de öyle yapardım. Öyle bir koşullanmışlık var, türkü beni en rahatlatan şey. Türkü dinleyerek yol yapmayı da seviyorum, kamyoncu gibi.

Atalay’ın kaleminden // Lanbanu Ohnur’dan ilişki mottoları

** Sinsinatili ilişki ve kendini kendikendine sevdirme uzmanı Dona Dabıldabılyu Wilkınsın ise bakın ne diyor:
“ Şükran Günü hindisi yalnızca evdeki fırında pişer. Her erkek başkalarının garajına poker oynamaya gitse bile eninde sonunda evdeki hindiyle tereyağlı mısırı yemek için dönecektir.”

Utah’ta yaşam koçluğu yapan Janet W. Bigdonut:
“İlişkiler, park yeri arayan arabaya benzer. Eğer park yeri yoksa araba yük olmaya başlar. O an, arabayı lanet olası bir hurdacıya verip presletmek, ya da Grand Canyon’a sürüp uçurumdan aşağı yuvarlamak, kurtulmak istersiniz.”

Minesotalı ilişki ve kendini delice sevme uzmanı Yolanda Susan Wilfordson bakın ne söylüyor:
“İlişkinin olduğu her yerde bir manav vardır. Kimileyin o manavdan ilişkiye kivi taşırsınız, kimileyin şansınıza dört kilo sarı Ayoha Patetesi düşer. Önemli olam Ayoha Patetesi’nden partnerinin damağından tadı yıllarca gitmeyecek bir yabanmersinli donut yapabilmektir. Burada harcını kardığınız hamur, birliktelik, yabanmersini ise küçük tatlı şaşırtıcı sürprizlerdir.”

** İlişki Gurusu, Duayenler Koçu, Tamara Bradley ne kadar da güzel söylemiş:
“İlişkiler Disneyland’ın batı kapısındaki Şişman Afro Amerikan Güvenlikçi’ye benzer, girişte 47.5 dolar vermenin hüznüyle kendisine gülümsemezseniz, sizi direktman lanet korku tüneline sokar”


İlişkilerimizde eski heyecan kalmadı

Muhterem Lanbânu Hemşire, ben hanımlarımdan Zehra ve Süheyda ile gayet iyi anlaşırken Sumru ve Kübra’nın hızla benden uzaklaştıklarına şahit oluyorum. Oysa kendim kadın ruhlarından anlayan biriyimdir. Hanımlarıma daima kendilerine renkli parlak kumaşlar ve çeyrek altın filan alabilmeleri için yeterli miktarda para bırakır, her ay birine zambak kolonyası, cevizli sucuk, keçiboynuzu pekmezi, gibi küççük tatlı hediyelerle sürpriz eder, güzel kelimelerle gönüllerini hoş ederim. Asla karşılarına bakımsız çıkmam, gece entarimi gül yağıyla fısfıslamadan giydiğim, bir kerre dahi sakalımda şehriye yahut marul parçasıyla karşılarında göründüğüm olmamıştır. Ayrıyetten evde Digitürk ve D smart var, hatta Kübra’nın aboneliğini sinema pakedine dahi yükselttim.Hanımlarından herbirine harcasınlar harcamasınlar ayda yedizyüellişer kontör yüklemeyi ihmal etmem. Daha ne edeyim?

Çok hoş. Tatlı küçük süprizler, alışveriş için para kısmını anlamışsınız. Siz de hayatınızda küçük değişiklikler yapın ama. Sakalınıza küçük mavi, eflatun boncuklar takabilirsiniz. Hanımlarınızı alıp go kart yarışları, minik bi konser, çin, meksika ya da başka ülkelerin mutfakları, balsamik sirke, zetinyağı mucizesine götürün. Hayatınızın renklendiğini göreceksiniz. Çöpü dışarı çıkarın. Sürpriz olsun diye mutfağa siz girip tütsülü ringa balığı ve ufak şirin salatalar yapın. Yavrunuzun mezuniyet günü için bir limuzin kiralayın, partnerlerinizle tatlı tatil kaçamakları, spa, kayak, minik süprizler, farklı renkler, kekremsi tadlar, pütür, somon, kaşmir filan…

***3-17 Şubat 2011 Aktüel dergisinde yayınlanmıştır.***