16 Nisan 2009

Hormonlarımız halayda


Aniden gelen, sonra giden, bir gelen bir giden sevgili bahar sayesinde manyak olduk değil mi sevgili blogseverler.
Her gün bir yüksek bir düşük ruh hallerimiz nedeniyle manyaklardayız. Delirmiş gibiyiz. Caps Lock açık unutulmuş gibi, sürekli volümlerdeyiz.


Akşamüstü canımın içi Eksen tayfasına çikolata götürmek üzere NTV binasına süzüldüm. Dergiler olarak, biz NTV binasının üvey evladı olduğumuz için, NTV halkına hep yan binadan sesleniyoruz. Üşenmezsek öğlen yemeklerine, insan kaymaklarına falan gidesimiz geldiğinde, otopark içinden yürü babam yürü yaparak NTV'ye geçiyor, sonra yemek sonrası sandalyeye tortu halinde birikmemek için masabaşımıza doğru yürü ha babam yürü yapıyoruz, yine. Benim yan binaya geçme sebeplerimden en önemlisi yemek yemek, diğeri ise Eksen odasına girip konsantre dağıtmak. Bugün yine kimin iş konsanrasyonunu dağıtsam diye gittiğim NTV gezimde Ayça Şen'le çalışmaya başlayan canımız Şehnaz'ın masaya abandım. "Hadi gel, Ayça'nın programına sokak röportajı gibi bişi yapalım, ses ver" dedi. Sesçi abinin yanına gittik. Şehnaz sordu: "Bahar geldi, hadi baharla ilgili bişi söyle." Cevap verdim:

"Heyecanlarım dorukta, hormonlarım halayda".

Aslında bu laf benim değil. Canımlardan birinç, Erinç Erginer'in (Alevli insan) bir bebek doğumu sonucu söylediği bir helecan cümlesi. Yayınlanacak mı bilmiyorum, gerçekten çok saçma oldu.

O bebek için söylüyor, ben de happy hour nedeniyle ofise, hemen yanı başımdaki toplantı odasına kurulan bira dolabı düzeneğine bakınca öyle söylüyorum. "Abov, iki adım ötemde dev bir bira dolabı var!" Bahar nedeniyle karşı cins yerine bira dolabına heyecan duymam bana da biraz garip gelse de, yine de son 10 gündür elimde dolanan röportaj metnini itekleyerek biraya doğru koşmak isteğime engel olamıyorum.

Bu nedenle Şehnaz'ın sorusuna otomatik portakal yaptım, aslında: "Çok güzel neşeli bahar geldi ne acayip oh evet."
Mikrofon şeysine alışkın olmak başka bir şey ama, onlar için. Gofret yer gibi, ses veriyorlar. Sürekli bir odaya kapanıp seslerine alışıyorlar. Oysa ben ve benim gibi burnunda et olan tüm dünya için durum farklı. Bizim gibiler böyle durumlarda panikliyorlar. Kendini yazarak ifade eden insanlarda sosyal olamama durumu çok görülüyor, mesela. Genelde kötü birer konuk oluyorlar, konuşamıyorlar. Fakat bende de tam tersi vuku buluyor. Ne zaman çok yazsam, çenemin zembereği doğru oranda boşalıyor.

Geçenlerde Jack Daniels'taki müthiş (!) jürilik performansım öncesi Rock FM'in akşam saati programına telefonla konuk oldum. Üniversitede radyoda staj yapmış ve "Mikrofon ne kadar güzel bir şey. Fakat word dosyası daha mı güzel" diyerek virajı o zamanlar henüz alamamış biri olduğumu hatırlayınca o görüş beyan etme şeysi çok keyifli geldi. Çünkü hep çok istediğim bir şeydi, o vakitler. Neyse ben ilk paniği atlatıp, "Allahım", dedim, "Görüşlerim var hemen veriyorum" dedim gururla! (Final gecesi de Bülent Ersoy gibi köşeye kurulup Fin votkalarını mideye indirdim.) Diyorum ya, ben dünyanın en yüzeysel insanlarından biriyim. O an düzgün cümleler kurmam gereken, mümkünse "hormonlarımız halayda" dememem gereken yegane anlardan biriydi. Lakin ortam çok acayipti.

Aradıkları saat tam 19.00. Trafiğin ortasında servisteyim. Elimde Migros poşetleri, içinde salça, kıyma falan var. Çünkü eve gidip yemek yapılacak. "Görüşleriniz" diyor adam. Arkada dat dat dat diye kornaya abanıyor biri. Susmazsa kıymayla saldırıcam haberi yok. Neyse bozmuyorum, bir yandan servisten iniyorum, topallaya topallaya yürüyorum. Allahım korkunç bir manzara. Jüriye bak. Marketten gelmiş jüri. Deniz Seki'yi ne biliyim Yonca Evcimik'i falan böyle hayal edebiliyor musunuz? Hem ne diyeceğim? "Eeeuuhm, yarışmacıların soundları gerçekten çok 80'lerdi, söz beste kadar PR da önemli tabii.." falan. Açtım musluğu, dolduruyorum, yapacak bir şey yok. Saolsunlar, "Radyoculuk geçmişiniz var mı" diye sorup gönülleri okşuyorlar. Üniversite yıllarımdaki staj dolu ayları bir kalemde silerek, "Uhm, yok" diyorum. (Uhm şeklindeki MSN jargonunu da minik kuşumuz Kaan Demirçelik ağzıma doladı. Uhm aşağı, uhm yukarı.) Neyse, abiler coşkun. "Siz hangi tarza daha yakınsınız?" diyorlar. "90'lar Seattle zamanlarına" diyorum hemen, cevabını bildiğim tek soru bu çünkü: "Layne Staley ve Kurt Cobain'i özlemle anıyorum" diyorum. Çılgınsal ölçüde Alice in Chains dinlediğim bugünlerde elbette Layne Staley diyeceğim, geçen ay da Eddie Vedder'a gömmüştük kulakları. (Bunun üzerine, Vedder'ın Staley için yaptığı, Staley'nin ölüm tarihi olan "4/20/02" adlı şarkıyı dinlemek lazım, fakat insanı neşe halinden hemen alıyor, uyaralım.)

Radyoda çok telefon bağlantısı deneyimim var, bunu söyleyemedim Rock FM abilerine o an tabii.

Azıcık daha gençken (takribi 16,17 yaşlarında) Capital Radio (şimdi Virgin Radio oldu, biliyorsunuz) çok meşhurdu. Yatar kalkar Capital Radio dinlerdik. Arardık, şarkı isterdik, çaldırırdık, birbirimizi arar, "Bak şimdi istek yaptım, aç da dinle" derdik. Joan Osbourne'un "One of Us"ının felaket meşhur olduğu seneler. Onu isterdik tabii en çok. Kuşadası'nda kuzenlerimle gittiğimiz yaz bu işlerin en coşkun olduğu seneydi. Michael Jackson'un bik bik bik bik viki viki vik vik* diye bir şarkısı meşhurdu. Vay be, ne günlerdi.

Radyocu olmak için kasetler doldurur, kendi kendime programlar yapar, eğlenirdim küçükken, düşününce komiğime gidiyor. Hakikaten az ruh hastası değilmişim.
Şimdi de değilim. Ama farkındayım, en azından.
Aman nolcak, zaten bahar geldi, heyecanlarım dorukta, hormonlarım halayda!

Sıradaki şarkıyı tüm bir bahar döngüsüne armağan ediyorum: Ladyhawke'dan geliyor gönül dostları.
"Magic" diyor. Tüm sevenlere gidiyor:
One journey for you but it`s worth it
One life here with me and it`s magic!