3 Nisan 2009

Multivitamin


Her şarkı bir insana, bir şehre, bir mekana, bir anıya, bir duyguya tekabül ediyor, hayatımda.

Bu yüzden ben şarkıların öykülerini değil de, öykülerin şarkılarını yazmıştım bir dönem. Şimdi uzun bir hangover sonrası kendime gelme, ayılma evresi yaşıyorken, kendime çok dikkatli bir playlist yaptım, neler hissedersem son sözü o söylesin dedim.

The Disease of Dancing Cats. Dağılan Bush grubunun (Gavin Rossdale'in eski grubu) The Science of Things albümünden bir şarkı.
18 Haziranları hatırlatıyor bana. Üstüste üç yıl kadar, 18 Haziran günü benim için korkunç geçmişti, sonuncusu daha da kötüydü. Üniversite öğrencisiyken, fırtınalı aşk hayatımın fırtınalarından birini kodluyordu. O yıl aşık olduğum, ya da aşık olduğumu sandığım adamın, hayatındaki "esas kadın" birden benim de olduğum yere gelmiş, çat diye gelmiş, bana ne kadar da başrolde olmadığımı söyler gibi, içeri dalmış ve kendimi ne kadar da fena hissetmemi sağlamıştı....

Aslında Chemical Between Us daha uygundu o neşeye, çünkü ben o zamanlar uzun yürüyüşler yapan, bahar geldi mi daha güzel nefes alan, çayımı okulun terasında içen, çok arkadaşı olan, çok sosyalleşen zamanlarındaydım hayatımın... Elbette "chemical" olacaktı, tabii ki hormonlarımız halay çekecekti, elbette hep neşeye şarkı gibi olacaktık. Fakat ilginç şekillerde hayatın felsefesini yaptığımız, toplum ilmini okurken kendi ilmimizden de geri kalmadığımız zamanlar, bu şarkı eşliğindeki meseleler ve garip ilişki yumakları; bize ne kadar okumuş, ne kadar sosyal, ne kadar "Beyaz Türk" de olsak/olmaya çalışsak, illa ki saçmasapan bir aşk efektiyle yere serileceğimizi, bununla da o küçümsediğimiz ikinci sınıf ilişkilerden hiçbir şekilde kaçamayacağmıızı öğretiyordu. İşte bu şarkı o zamanlar çok çalıyordu diskman'le katıldığımız dış gezilerde. (2000'lerin başında iPod yoktu.) Bize başrolü vaadeden şeyler yaşamamız gerektiğini söylüyordu. Hepimiz figüran olamayacak büyüklükte egolara sahip tiplerdik zira...

Hanging Around. The Cardigans'ın Gran Turismo'su yeni çıkmış. Sahillere gitmişiz. Tüm kuzenler birarada, "voltron" gibi. Üniversiteye hazırlık hallerindeyim, yaşım 17. İlk kez rakı içiriyorlar, birayla daha yeni tanışıyoruz. Gündüz yüzülüyor, geyikleniyor, gece araba sahile çekiliyor, millet çayıra çimene yatıyor, sabaha kadar donuluyor. İlk kez böyle şeyler oluyor. Sonra çat! Ben ilk kez aşık oluyorum. Pearl Jam'in Black'i çalıyor uzun zaman içimizde. Metallica'nın Unforgiven'ları dönüyor o sahil şeridinde. Herkes bira içiyor. Sonra İstanbul'a dönülüyor. Yaz aşkı yazda kalmıyor. Hava sonbahara evrilmeden deprem oluyor. Çok büyük, çok felaket...Ne kadar büyük bir felaket anlayamıyorum çünkü zaten benim ayağımın altındaki yer kayıyor... Ağzım burnum dağılıyor... With or Without You çalıyor. U2'yla mesafemiz bir tek o şarkıda bozuluyor. Yıllar sonra evlenmiş, konuşuyoruz telefonda, gülümsetiyor. Şimdi bu şarkılar dinlenirken sadece gülümsetiyor. Ne komik...

Pardon Me. Alevler içindeyiz. Fakat Incubus bize hep güçlü durmayı öğütlüyor. Konserinde de öyle oluyor, Brandon Boyd'un sihrine inanıyoruz. Üç yıl kadar önceleri. Terk ediyoruz, acı çektiriyoruz, üzülüyoruz, ama sevemeyince olmuyor. Özür dilerim, patlayan alevlerin içindeyim, diyoruz. Pardon. Acıtıyor biliyorum. Ama elimden bir şey gelmiyor. Drive. Bak sana ne diyor... Hayat sana ne getirirse, onu kucakla. Kollarını aç, sınırsızca. Önünde dur engellerin. yapabilirsin. Çok canın yanabilir, fakat yapabilirsin. Ölmezsin, hiçbir şey olmaz. Bazen güçten düşmüş hissedebilirsin, korkma, hiçbir şey olmaz. Önemli olan sensin.

Pretty Noose. Soundgarden. Bana Seattle rock'ını çok sevdiren, su yeşili gözlü birinin elleri. Çok müebbet muhabbettik. Çok güzel arkadaştık, fakat ben ona aşık olmasaydım... Çocukluk işte. Çok güzel Pretty Noose çalıyordu. Dünyanın kulağı en güzel, en zeki, en komik, ama en benimle olamayacak adamı, bir an önce iyileşmesini diliyorum, sağlığını yeniden kazanmasını, içimden bu geliyor şimdi. Audioslave zamanlarımız... Cochise çalıyordu stüdyosunda, bana "Neydi bu?" diye soruyordu. En sevdiği Nirvana şarkısı, Tourettes. İyi olsun, çok iyi olsun. Onun için hep en iyisi neyse o olsun. Şimdi böyle oluyor. Diyorum ya, o zaman ölecek gibi oluyorsun, sonra geçiyor.

Music Nonstop. Kent. Doğumgünü hediyem. "Herkesin güneşte bir dakikası vardır...." diye başlayan.. Müzik hep kafamın içinde. Müzik hayatımın hep çok içinde. Müzik etimse, yazmak da kemiğimdi. Hep öyleydi. Sonsuza kadar da öyle olacağını bilmek ne garip. Bu şarkı. Eşittir ben.

Fakat gene de son sözüm Would?. Alice in Chains. Benim için bu şarkıdan ötesi yok. Ne Black, ne Black Hole Sun, ne Smells Like A Teen Spirit. Çok denedim, hakikaten olmuyor. Başka bir şarkıya böyle şeyler hissedemiyorum. Her satırında başka bir şey dinliyormuşum gibi oluyor. Her seferinde başka bir şey anlatıyor sanki. Eve gideyim derken çok mu uzaklaşmışım, diye soruyor... Herkesi geride mi bıraktım? Sevdiklerimi ardımda mı bıraktım? Eğer yapsam, yapar mıydın? .... Cevap her seferinde değişiyor, sanki. Her cümle her dinleyişte başka bir anlam ifade ediyor. Nasıl oluyor, bilemiyorum, ama oluyor. Sanırım bu şarkıda her seferinde özne kişinin kendi oluyor. Bir ben var benden içeru, ya da kaç kez ben oldu benden içeru?

İşte bugün daralıp da yolun yarısını inip de yürüdüğüm yolda, birazcık gelmişken daha bahar, bu şarkıları düşündüm, gelip güzelce sıraya dizeyim de multivitamin olsunlar istedim... Kıyı kıyı yürüdüm, sağ yanım deniz, sol yanım bildik sokaklar, okulumun oralardaki yolda.

Uzun bir sarhoşluktan sonra yeni yeni ayılıyor gibi gülümsüyorum, galiba.