27 Ağustos 2008

beni ege'ye emanet ediniz

sevgili hayat,

bundan bir ay öncesinde, iyice yoğrulmuş ve havaya salınmış bir pamuk gibiydim...

ege'deydim çünkü. ege bana bunu yapıyordu. kekikli ve bol zeytinyağlı kahvaltılar, zeytin ağaçları, rum evleri, kaldırımlar, taştan yollar, boyalı kapılar, nihat'ın restoranı, taş kahve'nin içinde uçuşan kırlangıçlar, rakı, balık ve asisti tüm deniz mezeleri, deniz, sahil, güneş ve o şahane akşamüstleri...

nefisti ayvalık ama mükemmeldi cunda adası idi, bundan bir ay öncesinde..
ayvalık'ın o şahane ruhundan önce metal ruhuna bandırmış, kendimi james hetfield'a emanet etmiş (beni metallica'ya emanet ediniz), "so what" konserde çalınmadı, diye üzülmüş ama ertesi gün ege'ye giderken hayatımdaki her şeyi affetmiştim. (seni de james abi.) hiç affetmeyeceğim dediklerimi bile affetmiştim kendi içimde, zira ege yolunda küslük olmazdı, yolun ucunda ege göründü mü tasa kalmazdı. (ipod'da resmi geçittesin, james abi.)

biliyordum başıma gelecekleri. sosyolojimin üçüncü yılında şirince'nin meyve şaraplarını okulun otobüsünde içip sarhoş olurken de almıştım ben o ruhun tadını. o nedenle ruhumu tazelemiştim cunda'da, eteğimi rüzgara salmıştım, eteğimdeki taşları da denize... çok güzeldim, çok güzel de demlenmiştim.. aklımda hiçbir şey kalmamıştı, çünkü bunu yapmıştı ege bana. deli deli dolanmıştım, boş boş yürümüştüm, buscopan kağıdına da yazmıştım, "sevgili buscopan, çok hastaydım ama şimdi yazıyorum, ege bana iyi geliyor. yarın bir gün soran olursa lütfen beni ege'ye emanet ediniz..."

geceler? sahilde oturmak, dalgaların sesini yutmak, ezbere almak... gökyüzüne odaklanmak, lafını unutmak, azıcık sessiz kalmak, kumlara gömülmek, rüzgarın sesini dinlemek, denize saygı göstermek... sonra sahil kenarındaki ilk yaz aşkını hatırlamak, kendisine şerefe diye bira kaldırmak, o şimdi evli olmak, vay be hayat ne biçim akmak... akabinde yanımdaki iki kankayla bunun geyiğini döndürmek... üçüncü kankaya selam etmek, keşke yanımızda o da olmak...

suratımda salak bir sırıtışla döndüğümden birkaç hafta sonrasında, aldığım bir ölüm haberi sonra... ege'de havaya salınmış pamuk su topladı, yere düştü yuvarlanarak.

çat!

sonra, bir garson kızı hep o'na benzettim. suratımdaki sırıtış ben bön oldu. ben, bön oldum yani. hayat senle aynı yaşlardakileri de alıp gidebiliyor muydu? oluyordu. beyzah gitmişti, neden olduğunu çok geç öğrendiğim için ona "güle güle" bile diyememiştim. beyzah gitmişti. dört sene öncesinde, bana ntv'nin giriş kapılarını anlatıyor hali geliyordu aklıma, "bir gün ben de ntv'de çalışacağım" diye azmedişi... mikrofonuna hep aşık oluşu..

öyle durumlarda biliniz, aynı yerde çalışan küçük kızlar kendi hayallerini paylaşırlar birbirleriyle, çaylarını kahvelerini içerken. beyzah hep ne istediğini bilirdi, bense ancak ne istemediğimi biliyordum, o vakitler.

suratı asıktım, kabul edemedim bunu hayat, kusura bakma, ibnesin. yapacak bir şey yok, diyecek bir şey yok, "ben de beyzah'ı çok severdim" mi diyecektim sana? hadi len, sen biliyorsun benim ne demek istediğimi... taşlaşmak ne demek biliyorsun, hem o garson kız beyzah'a çok benziyor, her önümden geçişinde gözlerim dalıyor, söyler misin bir daha geçmesin?

oysa ben herkesi ve her şeyi affetmiştim, ege'ye giderken, sevgili hayat.

şimdi bilirsin, ben haketmeyenlere sevdiğimi söylemem, o nedenle senle ne yapacağıma da karar vermiş değilim... ibnelik hallerindesin, gözlerimi kapıyor ve "grey's anatomy" tuşuna basıyorum, fonda travis'in "love will come through"u çalıyor, winamp'ta ise hep aynı şarkıya takıyorum: "sit and wonder", the verve.

bir de beyzah hep "günaydın, gittim ben"i çalardı, ama onu dinleyemiyorum.