1 Eylül 2010

Bir gün Bumbalabum...*


Fon: Ggggrraaaaggoorgghhh...
Eskiden bir şey yazayım diye kurulduğumda bu blogun başına, kendikendimle dertleşiyormuş gibi takılabiliyordum, özgürdüm ve elimi kolumu sarkıtabiliyordum satırlardan aşağı. Başıma dert açtığı oluyordu zaman zaman ama gene de, çok daha rahattım.

Şimdi bir şeyi yazmadan önce 50 defa düşünüyorum. Çünkü artık blog yazmak ve bir bloggerı takip etmek iyiden iyiye popüler hale geldi. İnsanlar artık eskisine yüzde 500 oranla daha ilgili ve meraklı, ya da sadece her şeye daha kolay eriştiklerini fark etti. Bu nedenle düşünüyorum, hatta üstüne bir 50 defa daha düşünüyorum, o zaman da yazının doğası bozuluyor. Aman kimseyi kırmayayım. Aman bu yanlış anlaşılmasın şimdi? Sakın şu kısmı biri üstüne alınmasın? Ya, dur boşver vazgeçtim. Ya da dur dur.. derken anafikri kaybediyorum. 


Sınavda bir soruyu yanıtlarken, yanıt evresinin sonlarına doğru neyin sorulduğunu unuttuğunuz anlar gibi.
Bunu yaparken, yazının kimyasına ettiğim her irili ufaklı müdahaleyle işin doğasına ihanet etmeye başlıyorum. Kafam bozuluyor. Cümleler otomatiğe, kayıtlar fabrikasyona bağlıyor sanki ve bir kısım sihri yok yere kendi ellerimle boğazlıyorum.

Kafam bozuluyor, fark ediyorum ki birkaç sene önce özneler bu kadar ön planda değildi. O zamanlar bu kadar çok alan yoktu. Mahremiyetin kapıları sıkı sıkıya kapalıydı. Anlatacak çok şey vardı ve maksat herdaim  rahatlamaktı. İş dışında yazmak o demekti benim lugatımda, derin bir ohhh çekmeyeceksem ne gereği vardı? Burası kişisel bir alandı, ben yorumlamaya da, sitenin istatistiki değerlerine de karşıydım bu nedenle. Her iki opsiyondan da uzakta olmak güvende olmak demekti. Tartışmaya açtığım bir konu yoktu ki birileri yorumlasın, çok geniş kitlelere ulaşmak derdinde değildim ki sitenin bir ölçüm sistemi olsun.

Tek alan güvenliydi, ama şimdi benim de Facebook, Twitter, MySpace hesaplarım var, üstüne yıllar önce uçurulduğum sözlük hesabım da geri geldi ve bu blogdan bağımsız konseptleri farklı iki blogum daha var! 
Nereye ne yazacağım konusunda kafam hayli karışık.

Gene de amiral gemim burası. Seviyorum kendisini, yeri hepsinden ayrı. Bir şekilde bu bloga rast gelmiş kişi sayısının tahminimden de fazla olduğunu fark etmek biraz mutlu ediyor, biraz da ne yalan söyleyeyim, içimi sıkıyor. Aile bireyleri ya da küçük kuzenlere "Hay Allah" diye yanak kızartmakla kalmıyor, kimi zaman buradan alıntıların forumlara taşındığına, hatta köşe yazılarına kadar gittiğine tanıklık ediyorum. Bazen, bu blogda yazdığım şeyler aynı anda dergide çıkan yazısının önüne geçiyor. Bazen de benimle aynı düşünen insanlarla tanışıyorum.

Üniversite bilmemkaçıncı sınıftaydım. Şimdilerde yolumuzun pek kesişmediği bir yarı ünlü yazarla, o vakit çalıştığı kendinden de ünlü reklam ajansının bahçesinde çay içiyorduk. Uzun zamandır yayınlamayı planladığı şiir kitabının provası vardı elinde. "Bunlar ne zaman yayınlanacak?" diye sorduğumda, "Bilmiyorum" demişti, " Bazen olmuyor işte, kırmak istemiyorsun birilerini, düşünüyorsun sürekli bu yazdıklarım nereye gider diye". Bana çok saçma gelmişti ama boşanmanın eşiğindeydi, herhalde ajans içinde aşık olup tüm şiirlerini ithaf ettiği kızı karısı öğrenmesin, daha da zorlaşmasın işler diye düşündüğünü varsaymıştım.

Çünkü bana göre o vakitler yazının bir sınırı yoktu, olamazdı. Olmamalıydı. Sınırı varsa o yazmak gibi değildi. Bir yazarı daktilodan ayıran en temel şey bağımsızlık değil miydi?

Şimdi anlıyorum.
Hatta şimdi o sivri dişleri bizzat kendi ellerimle törpülemekle meşgulüm.
Ama dayanamadığım tek şey var, direkt müdahale. İşte cinlerimin tepeme çıktığı o eşsiz an...  "Yazma".  "Yazma mı? Sana ne? Okuma!" diye gırtlaklayasım geliyor "yazma" diyeni.


Zaten sürekli dilime hakim olmaya çalışmaktan kafama ağrılar saplanıyor. Kim ne düşünürse düşünsün, ben tersine inanmadığım şeyleri değiştirmiyorum, değiştirmeyeceğim. Ne biliyor ve yaşıyorsam, hatta ne istiyorsam onu yazmaya devam edeceğim.
Yazma, ha! 
Ne cüretle?


Benim oyunum kendimle. Kimse üstüne fazladan bir şey alınmasın.
Şimdi yine kafam bumbalabum, kendime dönüp soruyorum huzurlarınızda:

İnsan kalemine çit örebilir mi?  


* Bana her okuduğumda yazma azmi veren, 13 yaşımdan beri yolundan gitme münasebetsizliğinde bulunduğum değerli usta Atilla Atalay'ın "Bir Gün Zimbalabim"ine saygıyla.