Şekilli duruşlu Alex Turner (Foto: Güniz Türkyılmaz) |
Arctic Monkeys'e gelmeden, yeni RNC hakkında birkaç kelam edesim var. Bir, Hezarfen'i seviyoruz. Ne kadar uzak olursa olsun. Kurtköy'ü sevmiyoruz, hiç sevmemiştik. Burası çok net. İki, ParaCard meselesini sevmiyoruz. Çok uzun kuyruklar, kart için ayrı kuyruk, yiyecek içecek almak için ayrı kuyruk. Gerçekten anlamsız. Bir de otopark konusunda çok garip durumlar söz konusu. Hiçbir yerde çıkış yazısı olmadığı için otopark içinde tavuk gibi dönüyorsunuz. Üstelik ortamda ışıklandırma da yok. Karanlık içinde görevli midir değil midir anlaşılmayan insanlar size el kol ediyor, fakat kapıda korkunç yığılmalar, Türk usulü birbirinin önüne atlayan ve meseleyi Mecidiyeköy iş çıkışı saatindeki kaosa döndüren arabalar yüzünden kendi taşıtınız içinde saatler geçiriyorsunuz. Festival çıkışı tabii, bir yere kadar makul, diyeceksiniz. Fakat koordinasyonsuzluk öyle bir tavan yapmış durumda ki, o görevliler neden orada dikiliyor o zaman, neden hiçbir yerde ışık yok ve neden yandaki ayı benim önüme kırıyor diye düşünüyorsunuz. O zaman makul değil, kusura bakmayın. 4 saat yol tepip müzik dinlemeye gelmişim, mümkünse 1 saat içinde alandan alnımın akıyla ayrılmak istiyorum. Oraya bir düzen kurulsa ve arabalar insan gibi kuyruk bekleyerek çıksa, sorun yok.
Alana dönelim. Ben Hurts'le mesafeliyim. O yüzden birkaç şarkı dinleyip ağız burun bükerek kendimi alana vurdum. Trafik nedeniyle Everything Everything'i kaçırmak kötü oldu. Ama Arctic Monkeys başladığında heyecanlandım. Alex Turner parıldak ceketiyle gözümüzü aldı. İkide bir göt cebinden çıkardığı tarağıyla saçını başını taradı. Sahnede iyi gitar, iyi müzik, iyi müzisyenler ve tonla jöle vardı. Önümüzdeki kızlar "Hepimiz Alex'in askerleriyiz" diye bağırınca anladım, Alex Turner'a bir şeyler olmuştu. Tamam iyi çalıyordu ama bir yandan da şekilden şekle koşuyordu. Işıklarla eşzamanlı duruyor, geriniyordu falan. "Bu hareketle elde deodorant şişesiyle ayna karşısında da yapıyor galiba" diye düşündüm. 2011'de Lollapalooza'daki tişörtlü, saçı kafasına yapışmış adam nerde bu adam nerde. Kimisi "Chris Isaak gibi" dedi, kimisi "Elvis gibi". Ama kesinlikle kendisi bir Alex değildi. Bakın 2007'de Glastonbury'deki tıfıl hallerine. İnanılmaz bir evrim geçirmiş sanki.
İyi çalıyorlar, iyi söylüyorlar, buna itiraz edemem. Fakat özellikle Alex'in kendini tasarım içinde bırakması galiba tuhaf geldi bana biraz. Yine de "Crying Lightning" çalarken "Aaa kulaklık seçme şarkım" diye el çırptım. "Brianstorm"da "Aaaah müzik dergisi günlerim" diye el çırptım. "Do I Wanna Know"da "of çok nefis yeni şarkı" diye el çırptım. Yani sonuçta bol bol el çırptım. Grubun alamet-i farikası, stüdyo kaydına yakın bir konser vermesi. Bu, yer yer sıkıcı da olabilen bir şey, çünkü insan konserde CD'de dinlediği şarkıyı duymak istemiyor aslında. Biraz cızırtı, biraz gürültü, biraz bozuk bir şeyler istiyor duymak. Gene de Alex "efendim Türkiye'deki ilk konserimiz monserimiz" gibi klişeleri bir bir sıralarken "he he, sus da çal" diye bekledim. (Bu arada, sonlara doğru çalan "why'd you only call me when you're high" ne harika şarkı. Dört gözle bekliyorum son Arctic Monkeys albümünü.) İyi bir konser miydi, evet. Ama, hani tabir-i caizse One Love'daki gibi bir Pulp bekledim aslında ben Arctic Monkeys'ten, bir "blow yo mind" istedim, o yoktu. Belki ilerde bir The Last Shadow Puppets yine olur, belki onu izleriz, umudumuz o zamanlara.
Şekil kısmına bıyık altı güldük ama yine de seviyoruz sizi Arctic Monkeys. Gene bekleriz.