*** Touch İstanbul Nisan sayısında yayınlanmıştır***
“Kağıt Evler” sonrası bir süre Londra’ya giden ve orada şarkılar yapan Emre Aydın, nihayet kürkçü dükkanına, sevgili İstanbul’una geri döndü ve yeni Türkçe şarkılarının bir kısmını gün ışığına çıkardı. “Beni Biraz Böyle Hatırla” adını verdiği single’ıyla arz-ı endam eden müzisyen, bu kez İstanbullu şarkılar söylüyor.
Emre
Aydın’ı en son bıraktığımızda ikinci albümü “Kağıt Evler” sonrası kendini
Londra’nın gri, soğuk kaldırımlarına vurmuş ve İngilizce albümü için kendini
orada kurduğu stüdyosuna kapatmıştı. Ara ara haberlerini alıyorduk: Keyfi
yerindeydi, plak şirketini kurmuştu, hatta ev bile tutmuş ve ünlü
prodüktörlerle anlaşmıştı. Ancak birden Akaretler’de yepyeni bir yapım şirketi
kurduğunun ve gıcır gıcır Türkçe şarkılarla geri döndüğünün haberlerini aldık.
Şaşırdık tabii… Emre Aydın’la buluştuk, neler oldu, neler bitti sorduk: İstanbul’a
olan özleminden girdik, Twitter’a tekrar girişinden devam ettik, korku filmi
senaryosundan çıktık.
Eski plak
şirketinizden ayrıldınız ve yeni bir yapım şirketi kurdunuz: 565 Yapım. Nasıl
atıldı temelleri?
Menajerim
Fadıl’la (Dinçer) bizim üniversitedeki hayalimiz bir plak şirketi kurmaktı
aslında. İlk hayalimiz benim şarkıcı, onun da yapımcı ve menajer olmasıydı.
Zaman içinde o hayalimizi gerçekleştirdik. Şimdi yapım şirketimizi de kurduk:
565 Yapım. Aslında biz hep sinema yapmak istiyorduk, ama müzik endüstrisi
içinde her şey çok yoğundu, bir türlü vakit bulamamıştık. Bir yandan müzik, bir
yandan da film yapmak için kurduk bu şirketi.
İçinizde gizli
bir sinema aşkı mı yatıyordu yoksa başından beri?
Aynen,
cast ve yönetmenle anlaşmış durumda değiliz ama elimizde çok güzel bir hikâye
var. Bu bir korku filmi. İyi bir örneği olmadığını düşünüyoruz Türkiye’de.
Elbette yapanların emeğine saygımız var, ama bu bizim düşüncemiz. Üzerine çok
uzun süredir düşünüyoruz. Senaryomuz bitmek üzere, takvimimiz de belli, eğer
bir aksilik olmaz ise herhalde Kasım gibi vizyona gireriz diye düşünüyoruz.
Peki siz filmde
oynayacak mısınız?
Hayır,
ben yalnızca yapımcı olarak rol oynuyorum. Filmin ana hikâyesini tamamladık.
Üzerine senaryo eğitimi olan biri kalem sallayacak. Türk ve İngiliz ortak
yapımı bir film bu. Destek almak durumundayız tabii. Aslında şu an Türk
sineması Avrupa sinemasıyla başabaş gidiyor, bazı yönetmenlerimiz önde bile.
Ama korku filmi dalında boşluk var. Ben izleyici olarak da Türk korku filmi
izlemek istiyorum aslında, çünkü bizim kendi kültürümüzün çok daha korkutucu
öğeleri var. Bakalım neler olacak…
Gelelim dumanı üstünde
şarkılara. “Soğuk Odalar”da sizinle düet yapan yeni bir sanatçının da adını
duyacağız: Gülden Mutlu. Yollarınız nasıl kesişti?
Başkalarının
albümlerini yayınlama fikrimiz yoktu. Aslında Ada Müzik zamanında harika bir iş
yapıyordu: bütün albüm yayınlayamayan alternatif grupları buluyor ve onların
albümlerini yapıyordu. Biz de bunu yapmak istiyorduk. Ama bir şarkıcı bulup,
ona yatırım yapmak gibi bir planımız yoktu. Taa ki, Londra’daki yönetmen
arkadaşımız Serdar Ferit bizi Gülden’le tanıştırana kadar… Birkaç yere
“alternatif gruplar demolarını bize e-maille gönderebilir” diye ilan verdik. O
da görüp “benim bir arkadaşım var, çok yetenekli” diyerek Gülden’in şarkılarını
gönderdi. Gülden çok iyi bir besteci, kaliteli bir pop yapıyor. Tüm şarkıları
harikaydı. Bence benden daha başarılı olacak kendi albümü çıktığında. Aslında “Beni
Biraz Böyle Hatırla” tek şarkılık bir single olacaktı ama Gülden’le tanışınca
“Soğuk Odalar” da single’a dahil oldu.
Sizin yeni albüm
ne zamana?
Yazdan
sonra muhtemelen. Yazın yanlış olur, sonbahara ancak yetişir. Bir önceki
çalıştığımız plak şirketinin takvimine göre benim için çok kısa bir ara
olmuştu. İlk albümle ikincisi arasında dört yıl var, düşünsene. Onların ricası
üzerine o takvim için yeni şarkılara girişmiş, prodüktörlerle anlaşmıştık.
Benim fan kulübüm yakından takip ediyor her şeyi. Birazcık kızdılar ve
bozuldular gecikmeye. Bir anket yaptık sonra, “ne istersiniz” diye sorduk
onlara. “Yeni şarkılar istiyoruz” sonucu çıktı anketten, o yüzden albüm öncesi
bir ısınma turu atmak istedik.
Fan kulübünüzü
dikkate almanız ne güzel…
Başından
beri öyle yapıyoruz. Bana kalsa İngilizce albüm biter de, dışarlarda uğraşırdık
da, Türkçe albüm sonra kalırdı da… Ama fan kulübün yönlendirmesi çok önemli.
İSTANBULLU
PRATİKTİR, HIZLIDIR, ÇÖZÜMCÜDÜR
Londra’da
başınıza neler geldi, İngilizce albüm projesi rafa kalkmadı değil mi?
Hayır.
Ama bu tip ertelemeler hemen her şey için, sinema filmleri ve Türkçe albümler
için de oluyor. Bizim planımız şu an bu single çıkar çıkmaz, ki bizden çıktı,
Gülden’in albümünün ve benim albümümün tamamlanması. Hemen sonrasında da sinema
filminin vizyona girmesi… Ama bir şey oluyor, şartlar değişiyor. İngilizce albüm
işi de öyle. Londra’dayken konserler yüzünden Türkiye’ye çok sık gidip geldim. Dramatize
etmek istemiyorum ama problemler yaşadık orada. O kadar çok Türkiye’ye gittik
geldik ki İngiltere’de yaşamamaya başladık, orada tuttuğumuz ev öylece durmaya
başladı. En sonunda da gitmemeye karar verdik… (Gülüyor)
Sütten ağzınız
yanmış gibi sanki… Yoğurdu üfleyerek yiyorsunuz.
Şunu
tecrübe ettik. Avrupa marketinin merkezi İngiltere değil, İngiltere kendi
marketinin merkezi. ABD’den sonraki en güçlü merkez, kabul. Ama Doğu Avrupa’yı
da kapsayan en büyük marketinin merkezinin Almanya olduğunu öğrenmiş olduk. Çok
iyi oldu, aslında. Rotayı Almanya’ya kırdık şimdi. Büyük prodüktörlerle tanışıp
işlerin nasıl yürüdüğünü öğrendik Londra’da. Buradan çok farklı değil. Ben The
Verve’in, Richard Ashcroft’un hemen hemen hiçbir işini kaçırmadım,
çocukluğumdan beri çok severim. Onların prodüktörü Chris Potter’la oturup epey
fikir alışverişi yaptık. Robbie Williams’ın prodüktörüyle tanıştık, vesaire. Bu
işi orta vadeye erteledik, orada bir label kurduk ve o duruyor. Biz iyi bir
işin buradan da çıkabileceğini önce kendimize kanıtlamak istiyoruz. Esas
amacımız bu, tekrar deneyeceğiz.
Londra’dayken
İstanbul’un en çok nesini özlediniz?
İlk
üç ay hiç gelmedim. Sonradan üniversitelerin konserleri yüzünden sık sık
geldim. Biz hayat koşullarının zaman içinde öğrettiği bir şeye sahibiz: pratik
olmak. Çok planlı ve çalışkan değiliz belki ama pratik çözüm bulan ve her şeyi
hemen yapan bir toplumuz. İngilizlerin bununla alakası yok. Markete gidip bir
şey almak bile tüm gününüzü alabiliyor. Her şey çok yavaş ve posta sistemiyle
işliyor. Her gün postacı size iki torba şey getiriyor. Bankada hesap açmak bile
çok yavaş… İstanbul’da her şey hızlı. Burada sizin haberiniz olmadan bankanın
yaptığı bir şey orada günlerce uzuyor, önce randevu almanız gerekiyor,
saatlerce konuşuyorsunuz falan… Off, off!
İstanbulluluk
kendini gösteriyor işte öyle zamanlarda, değil mi?
Evet,
aynen dediğin gibi. Ben nefret ettim o durumdan. Londra’dan değil ama bu
yavaşlıktan gerçekten çok nefret ettim! İstanbulluluğun en belirgin olduğu alan
oydu. Eskiden yoktu belki ama Londra’nın keşmekeşi daha kötü. Herdaim trafik ve
korna sesi var artık…
İstanbul’da
yaşamak da bir çeşit mücadele gerektiriyor ama daha zevkli diyorsunuz yani?
Evet,
ama sürekli bir savaş halinde olmak gerekiyor. Sabah kalkar kalkmaz trafiğe
yakalanmamak için hangi yoldan gideceğimizin hesabını yapıyoruz. Devamlı
kafamız çalışıyor. Ve pratik olmaya, çözüm getirebilmeye başlıyorsunuz her şeye.
Aslında aynı sıkıntılar olmasına rağmen orada her şey mesele. Taksi çağırmak
bile 10 dakika sürüyor yahu! İstanbul’da yaşayan ve her şeyi çok hızlı yapmaya
alışan insanlarız, 10 dakika boyunca taksiye kredi kartından ve adresten
bahsedince fena sıkıldım. Çok kalabalık olmasına rağmen daha düzenli bir şehir
Londra.Ama her şey planlı. Bir cep telefonu bile alamadım ya, çok komikti… Bir
Hintli buldum sonunda, telefonum bozuk, almam lazım, en sonunda İngilizlerden
umudu kesince bir Hintli’den satın almak zorunda kaldım!
EN GÜZELİ GECE
YEMEK SİPARİŞİ VEREBİLMEK
İstanbul’a dışarıdan gelenler hep burada her saat yiyecek bulabilmenin rahatlığından bahsederler, katılıyor musunuz?
Kesinlikle,
orada 9’dan sonra yemek bulabilmek imkansız. 5’ten sonra da dükkanlar
kapanıyor. Ben aslında üç günde bir büyük yemek yemeyi seviyorum. Düzensiz
yaşayan biri için böyle olması lazım. Ben gece yaşayanlardanım. Temel
ihtiyaçları bile bulmak dert, su bulamıyorsun orada yahu. Biz çok uzun süre
dolapta abur cubur olsun, ama ne olsun diye çok düşündük. İngilizlerin bir
mutfağı bile yok. Lütfen bozulmasınlar bana ama “fish and chips” dışında ne
var? İstanbul’daki en güzel özgürlüklerden biri gecenin bir vakti internetten
yemek sipariş edebilmek!
Bizim zengin
Türk mutfağımızın en güzel yönlerinden biri de sokak lezzetleri aslında. Belki Beyoğlu’nda
bir ara sokakta yenen bir midye dolma, belki Samatya’da yol üstünde duran bir
nohut-pilavcı… Sever misiniz böyle şeyleri?
Benim
öyle meraklarım yok. Yemek düşkünü değilim aslında. Nohut pilavcıları da pek
bilmem.
Formunuzu
koruyabilmek için mi bu tercih, yoksa?
E
tabii, ona dikkat etmem gerekiyor çünkü dikkat etmediğim zaman durum alıp
yürüyor. Ama artık yolda yürüyebilmek bile zor. Dışarıda vakit geçirebildiğim
zamanlar ben de İstiklal Caddesi üzerindeki Türk usulü hamburgerciler ve o
diğer lezzetlerden büyük keyif alabiliyordum. Eskiden… Ah. Gençtim o zaman… Bu
tip şeyler gençken daha kolay. Belli bir yaştan sonra konfor arayışında oluyor
insan.
En çok
sevdiğiniz semtleri hangileri, İstanbul’un?
O
kadar az çıkıyorum ki sokağa... “Yımırta”ya gittim geçenlerde. “Biz açız”
dedik, “Kahvaltı ayarlayayım” dedi Özgür (Aras). Bir kahvaltı geldi, çılgınlar
gibi! Ben ilk geldiğimde Cihangir taraflarındaki kafeleri seviyordum. Sonra
oraların da bir “tribi” olduğunu öğrendim. Gitmedim uzun süre.
Gene de
sevdiğiniz yerler vardır mutlaka.
Birkaç
belirli yer var. Biri Four Seasons’un içindeki Aqua Restoran. Biri de Hilton’un
yukarısında Lübnan restoranı olan Al Bushra. Kanyon içindeki Konyalı’yı da çok
seviyorum. Tünel’de gittiğim Mano diye bir hamburgerci var. Bir de Ortaköy
House Cafe. Biz arkadaş grubumuz kendi içimizde sık sık ofis partisi veriyoruz
aslında. Epey kalabalık bir ekip olduğumuz için ofiste kendi kendimize
eğlenmelerimiz meşhurdur.
Bahar da geldi
nihayet… Yürüyüş yapmayı sever misiniz İstanbul sokaklarında?
Rahat
yürüyebileceğim bir yer maalesef zor. Nişantaşı güzel ama Osmanbey’den itibaren
fotoğraf çektirerek yürümeye başlıyorsunuz. Yorgun olabiliyorsunuz bazen.
Bebek’te veya Etiler’de arkadaşlarımla oturmaya gitsem de flaşlar patlıyor. Kötü
görünüyor işte o haberler. Dolayısıyla insan huzursuz oluyor.
ŞEHİR GERÇEKTEN
MÜZİĞİ ETKİLİYOR
Şehir sizi ne
kadar besledi? İstanbul müzisyeni besler çünkü, hemen her semtle ilgili şarkı
bulabilirsiniz düşünseniz…
Londra’da
evin bir odası stüdyoydu. Canlı çalıp kaydediyorduk. Bir süre sonra İstanbul’da
aynı şeyi yaparken çaldığımız gibi çalmadığımızı anladık. Karanlık, yağmur,
havadaki yağ kokusu falan…
İnsanın içinden
neşeli bir şey çalmak gelmiyor, diyorsunuz…
Benim
zaten çoğu zaman gelmiyor (gülüyor). Ama
orada kullandığım armoniler bile değişti. Yavaş yavaş, ağır ağır çalmalara
başladık. Sürekli bunu duyuyorsunuz bir de. Her yerde hala deli gibi Beatles
çalıyor. Hiç güneş açmadı biz oradayken. “Kağıt Evler”in kaydı sırasında
Stockholm’de bile daha az zorlanmıştım. Çok soğuk bir kıştı, karanlıktı ve tek
başımaydım üstelik. Ama bu çok daha zordu.
O nedenle mi “Kağıt
Evler” daha sert bir albümdü “Afili Yalnızlık”a göre?
Evet,
bu kez de sound’um alternatifleşti. Garip bir şey oldu bana (Gülüyor) İsveç’teki
albümün sertliği prodüktörden değil, onu ben yaptırdım. Planlı olmuyor bunlar. Bittikten sonra fark ettim ki, şarkı sert.
İçinde elektro gitar olmasa bile sert...
Sözleri de daha
sertti…
Aynen.
Şimdiki albüm öyle değil. Diğer biriktirdiklerim de öyle. İngiltere zamanı
kaydettiklerimiz bilgisayarımın masaüstünde “trip hop” adında bir klasörde
duruyor. Geçenlerde açtım ne yapmışız dedim, süper farklı olarak duruyor. Onlar
İngilizce iş zamanı elden geçecek. Sorulduğunda “o kadar etkilemiyor” derdim
ama, sonradan anladım ki şehir gerçekten müziği etkiliyor. Bir dinleyici
demişti: “Afili Yalnızlık” ne kadar Egeli bir albümse, “Kağıt Evler” o kadar
Stockholmlü. Hakikaten de öyle. Yeni şarkılarsa birebir İstanbul şarkıları.
“Beni Biraz Böyle Hatırla”nın sözlerini İstanbul’da yazdım. Aslında bu bir düz
yazıydı. Öylece duruyordu bir kenarda. En sonunda şarkıya döndü.
O öykülerden bir
kitap da çıkar mı acaba?
Var
böyle bir fikrim, sonraki Türkçe albüm için. Ama çalıyorlar sonra bu fikirleri.
Konsept var aklımda, çok anlatmayayım sonra başkasından duymak istemiyorum.
Şiir seven bir toplumuz ama onların popülerliği çok geçici oluyor nedense.
Yazmayı seviyoruz belki de sadece.
Sanırım biz işin
göstermelik kısmındayız, şiirlerin “tweetlenebilecek” kısımlarını almayı,
aforizmalar üretmeyi seviyoruz… Şarkı yazarlığında da böyle sıkıntılar olmuyor
mu?
Aynen,
o kadar doğru bir şey söylüyorsun ki. Öyle bir problemimiz var. O işi yapan
besteci, söz yazarının tek bir derdi var. O şarkının dinleyici tarafından algılanıp
algılanmaması. Artık biliyor neresinde ne olacağını. Söz yazarı kendisini
tatmin etmeye çalışmıyor, “bu şarkı tutar” diyor ve çıkıyor işin içinden. “Bu
söz çok alışılmış ve üzerine iki saniyeden fazla düşünülmemiş” diyor.
Kullandığınız bir bağlaç bile oysa ki, tüm havayı değiştiriyor oysa. Belki de
bunlar ilkokul ve ortaokul öğretmeninize bağlı.