Bu yüzden uzun bayram veya yılbaşı tatillerini çok
seviyor ve kalabalıktan köşe bucak kaçıyor, Hayko Cepkin. Taksi veya toplu
taşıma kullanmayı sevmiyor, motorundan inmek hiç istemiyor. İşte yeni albümü “Aşkın
Izdırabı…”nı yayınlayan müzisyenin İstanbul’u…
*** Touch İstanbul Aralık 2012 sayısında yayınlanmıştır***
SEBLA KOÇAN
Fotoğraflar: SERKAN
ŞENTÜRK
Kariyerinin
dördüncü albümü “Aşkın Izdırabını…”nı yayınlayan Hayko Cepkin, müzikte üretebilmek
için öfkeden beslendiğini itiraf ediyor. Kalabalıktan hazzetmediği için de
İstanbul’un özellikle kalabalık yerleri onu sık sık öfkelendiriyor, haliyle.
İkinci derisi gibi giydiği ve “jartiyerim” dediği simsiyah tulumu ve motor
ekipmanlarıyla; yıllardır vazgeçemediği tek ulaşım aracı olan motosikletiyle
Üsküdar’dan Gümüşsuyu’na, yıllardır oturduğu Kurtuluş’tan Tuzla’ya İstanbul’u
turluyor. Albümün anafikri olan aşkı, aşk acısını ve tabii ki İstanbul’u enine
boyuna konuştuğumuz Hayko Cepkin, Touch İstanbul için motosikletini kapıya park
etti ve yeni yılı şık kostümler içinde bizimle birlikte karşılamaya hazırlandı.
İstanbul’da
insanlar en çok trafikte sinirleniyor, sizi en çok ne sinirlendiriyor bu
şehirde?
Kalabalık. Çok kalabalık… Motosiklet kullanmıyor olsaydım şu
albüm şu saatte henüz çıkmamış olabilirdi. Bak mesela sahne dekorlarını
yaptırdığım bir hobi dükkanı var, Üsküdar’da ve saat 6 buçuktan sonra
geliyorlar. Stüdyom Taksim’de, plak şirketim Gümüşsuyu’nda. Tuzla’dan
kuzenlerime uğrayıp onlardan alet edevat alıyorum. Şimdi akşamın 6’sında
Taksim’den “bir gelip bakayım” diye Üsküdar’a kontrole gidiyorum, sonra geri
dönüyorum stüdyoya çalışmaya. Kimin gözü yer o saatte trafiğe çıkmaya? Ben bunu
45 dakika içinde yapıyorum. Bu yüzden yaz-kış motorizeyim.
Araba da kullanıyorsunuz ama, değil mi?
Evet. Araba da alet
edevat taşımak gerekiyorsa maalesef gerekiyor. Ama tercihim değil. Yakın
korumam da motorize, ekibimde de motor kullananların sayısı gitgide artıyor.
Gideceğimiz işlere böyle gidiyoruz. Böylece dakik oluyorum ben her işimde.
İstanbul’da
kaçış noktanız var mı?
Ev ya… Ben ev
kuşuyum, pek başka bir yere çıkasım gelmez benim.
Gece çıkmak
için rotalarınız vardır ama illa ki…
Ancak bir buluşmasyon vardır, “gel ya buradayız”
derler, arkadaşımdır arar “gel jingle çıktı, single çıktı, fingle çıktı veya
hiçbir şey çıkmadı, çıkarmaya çalıştık olmadı, gel” der, “moralim bozuldu” der,
zınk diye neredeyse çıkar giderim. Hayal Kahvesi’nin yeni yerini beğendim mesela.
“Küçüktü, sıcaktı, havası başkaydı” falan deniyordu eski yer için ama yeni yer
bence çok güzel olmuş. Balans var bir de tabii, konserler için bol bol
uğradığımız. Fiks menüm içinde bir de geçmişim orda geçtiği için Pendor var.
Kankaları görmeye giderim oralara.
İstanbul’da hiç toplu taşıma kullandığınız oldu mu,
“hadi şurdan vapura atlayayım” veya “metroya bineyim” falan dediğiniz?
Sanırım 16 sene olmuş, toplu taşımaya binmeyeli… Albümüm
yokken de toplu taşıma kullanmazdım ben. Benim metrom motorum ya.. Vapurdan
daha hızlıyım, metrodan daha hızlı giderim. Herkes birgün motor alacak!
İstanbul bir gün Çin gibi olacak.
Bisiklet
şehri değil de motor şehri olur diyorsunuz yani…
Bisiklet olmaz İstanbul’da… Buradan bisiklete binsek,
Kurtuluş-Dolapdere yokuşunda tıkanıp kalırız. Çocukluğumda çok çıkmışlığım var,
ama yolun ortasında çok ağlamışlığım da var. “Nasıl çıkacağım ben bu yokuşu?
İçim çıktı!” diye… Hisar-Bebek’in oralarda, ikinci köprüye yakın bir yokuş var,
ahhh, yarabii… Çocukken çıktık, yemin ediyorum, yokuşun belirli yerlerinde
bisikleti yere atıp asfalta yatıyorduk. Dinlenip devam ediyorduk. Rezalet bir
şeydi.
Yine de her
şartta bisikletine binen var İstanbul’da.
Belediyenin Kartal, Pendik, Bostancı sırasında Kadıköy’e
kadar yaptığı sahil bisiklet yolu mantıklı, ama gene de bir Hollanda olamaz
İstanbul. Bir de bisiklet sessiz bir araç, riskli yani. İnsanlar arabanın
içinde motorun bile sesini duymuyor. Türkiye’deki şöförlerde dikiz aynası
kültürü olmadığı için bisikletin sessizliği kazalara imkan sağlar. Büyük,
gürültülü bir makine İstanbul trafiğinde çözüm. Eskiden scooter kullanırdım,
çok problem yaşıyordum. Arkadan “bip” diye korna çalardım, arabadaki anlayana
kadar direksiyonu üstüne kırmış olurdu. Ama şimdi “booooarh!” diye gazı
köklüyorum, arabadaki “Allaaaaah!” diyor, ben “çekilin!” demiş oluyorum. Birkaç
sene evvel Boğaz Köprüsü’nü emniyet şeridinden çat diye geçerdim, şimdi hep
10-12 tane motor oluyoruz geçerken. Çoğaldı sayısı yani. İnsanlar farkına varmaya
başladı.
Peki ya
alkollüyken?
O zaman motoru mutlaka bırakır, ekipçe taksiye
bineriz. Ama taksiye de çok binmiyorum, gündüzken pek tercih etmiyorum. Gecenin
bir yarısıysa ancak… Çünkü taksiyi beklerken, onun devir teslim saatidir, sen o
caddede beklersin, bekledikçe tanınma oranı gitgide yükselir, etraftakiler seni
fark etmeye başlar, fark etme süresi içinde o taksiye binip kaçman gerekir,
insanlar üstüne üstüne gelmeye başlar, falan filan derken… Bunları hayatta
kaldıramam.
İstanbul
dışında yaşamak zorunda kaldınız mı hiç?
Heybeliada’da bir dönem yaşamıştım. Adana’da da bir
buçuk sene yaşadım. Trafiği çok karmançorman değil. Amma velakin orası da çok
sıcak kardeşim… Orada yaşamak için kertenkele olman lazım. Kebaplar çok güzel
tabii. Selçuk’u da çok seviyorum, İzmir’i. Ama yaşamadım, gittim geldim.
İstanbul’a
bakıp “of çok güzelmiş” dediğiniz ilk an… Ne zamandı, hatırlıyor musunuz?
Çocukken sayım zamanı, sokağa çıkma yasağı vardı.
Çıkmıştık tabii dışarı, caddede asfaltlarda yatmıştık. Sanki çok önemli bir
şeymiş gibi, çok eğlenmiştik. Caddede top oynardık, bomboştu. İstanbul bir de
bayram zamanı, iyi boşaldığında çok güzel geliyor bana. Bir kere Gümüşsuyu’na
şirkete gidiyor idim. İnönü Stadı’nın yanından Dolmabahçe’nin orda, normalde
hani çok trafik olur ve arabalar buhar yapar, manzara falan görülmez ya. Serap
gibidir… Bomboştu. İşte o manzarayı gördüğümde “of, İstanbul sahiden çok güzel
şehir” dedim.
“YILBAŞI
BENİM İÇİN ÖZEL BİR GÜN DEĞİL”
Yılbaşı ile
ilgili planlarınız var mı?
Yılbaşı yaklaşmaya üç ay kala plan yapmaya başlarım
ben hep… Otururum, “ay yılbaşında ne yaparız, ne olur, hindi mi yesek, tavuk mu
yesek, ne yesek diye düşünürüm…” Hahaha.. Hiçbir zaman plan yapmam tabii ki.
En eğlenceli
yılbaşınızı hatırlıyor musunuz?
Gençken yılbaşlarında hep aileyi satar arkadaşlarınla
plan yapmak için koşarsın. Ailen de seni yanında ister, olmaz, her sene
kırgınlıklar falan olur. Zaman içinde yaş aldıkça aileye kıymet vermeye
başlarsın ve bakarsın ki arkadaşların da 12’yi aileyle geçirip sonra merkez bir
buluşma noktası varsa oraya gidiyor. Çark böyle dönüyor… Benim yılbaşlarım
böyle geçiyor. İş pek almamaya çalışırım, ailem benim için özeldir çünkü.
Anneme soracaksın bak esas plan işini; yılbaşına iki ay kala dolmasını,
topiğini, zerdesini düşünür… Ben sadece yiyiciyim!
Dinleyiciye
kapalı, yalnız davetlilerin olduğu bir lansman gecesi düzenlediniz. O gece
aileniz de gelmiştir herhalde?
Tabii. Tam takımdık, halalar, yengeler, kuzenler,
vaftiz analar, babalar… Kıkır kıkır gülüyorlardır. Babam arada “bana mı baktı,
beni mi gördü” diye dolanıyordu. Ultra kalabalık bir aile değiliz. Babam
tarafını bir çağırsaydım esas o geceye, Yozgat gecesi yapılırdı ya.
O gece tipik
bir lansman gecesi gibi olmadı, siz eskilerden görüntüler ve videolarla
destekli bir şov yaptınız aslında. Konserlerin arasında böyle şeyler yapmaya
devam edecek misiniz?
Çok tebrik telefonu aldım. Televizyoncu bir arkadaşım
dedi ki “bir buçuk saat boyunca bir şeyler anlattıın, insanların ilgisini
üzerine topladın, sonuna kadar da dinlettin kendini. Bu bir televizyonculuk
başarısıdır.” Bu sebeple başarılı ruhu olan bir gece oldu. İnternetten canlı
seyredilmiş olanlardan da güzel mesajlar aldım. Ben üniversite söyleşilerine
çok giden biriyim, bu tarz bir sunumla gidebilirim artık diye düşünüyorum. Eski
görseller, videolar falan için LED ekran gerekiyor, o da yapılabilir.
“Dünden
bugüne Hayko Cepkin” konseptini kayıt altına alma düşünceniz var mı?
Bir DVD yaparsam, konser görüntüsü haricinde bir
ekstra multimedya yaratırım. Zamanı geldi geçiyor belki. Ama her seferinde daha
sağlam duruyoruz. Yapınca iyi bir şey çıksın istiyorum. İçime sinen bir şey yok
henüz, çekimler içinde. Bir oyun makinesi olmalı o DVD. Güzel görselli konser
DVD’si standartından uzak olmalıyım. Zaman harcamalı, yeni bir şey yapmalıyım o
konuda. Bunu çekeceğine inanacağım adamı bulamadım daha. Bana iyi fikir
lazım.
“HERKES İLK
AŞKININ ÖMÜR BOYU SÜRECEĞİNİ SANIR”
Çıkış
şarkınız “Paranoya”nın klibi de oldukça iyi.
Bu kliple birlikte iyi bir ekip olduk. Bir Tim Burton
durumu oluyor sanki. Yeni klip için alan bakıyorlar mesela, üç ay varken bile
daha. Bütün parçaların tiyatral bir havası var. Onları birleştirip ortaya bir
tiyatro oyunu yapabilirsin mesela. Her parçanın hikâyesi olabilir, sahnede
küçük kutu filmler yapılabilir. Kafamda fikir olarak 10 tane şey var, o konuda
hiç sıkıntı yaşamam. Ama bunların hepsi için süre gerekiyor. Oyunlar
kurgulamak, ışıklar, müzikler… Senfoniye karar vermek bir seneyi alır. Para da
lazım buna tabii.
Her albümünüzde
bir öğüt veren şarkı olurdu…
“Tek Gecelik” baya dik bir şarkı. “Bırak dinlesin
sabaha kadar diyor”, o da bir öğüt aslında, hahaha…
Bu
şarkıların içinden haline en çok üzüldüğünüz adam hangisi?
Paranoyak olana üzülüyorum, ama o her şeyi kendi
içinde yaşıyor. Esas sanırım “Kabulleniş”teki adam çok ezik. Ajite ediyor
kendini, saçmalıyor yani. “Eğer gideceksen, tamam, ben yatayım yere sen beni ez
de geç” diyor. Yazık ona.
Çok aşık
birine verdiğiniz ilk öğüt ne?
“Hayatta daha neler göreceksin. Daha neler
yaşayacaksın…” derim hep. Bunlar çok karşılaştığımız şeyler. Şöyle mailler
geliyor, “abi kız benden ayrıldı, seni de çok seviyor, sen onu arayıp ‘o seni
çok seviyor’ dersen belki geri döner”. Bu şekilde dönecekse bence hiç dönmesin.
Bu yüzden kaale almıyorum böyle şeyleri. Herkes ilk aşkını ömrü boyunca devam
ettireceğini sanır, onlara “rahat ol yavrum” derim. “Olsun, yaşa… Bu duygu çok
güzel.” Çünkü en üst, en dip duygular sana ders çıkarır. Bir şey üretirsin
belki… Onu unutmak için kendini başka şeylere konsantre edebilirsin belki. Belki
de ezik olursun. Belki bayarsın sonra çevrendekileri… aşman gerekir kendini.
Sosyal hayatını sorgularsın. Yaşayacağın her duygu sana bir şey öğretir.
Aşk acısı
için ne yapmak lazım peki?
Kendini bir şeye motive et, hiç mi başka bir ilgi
alanın yok? Kartondan gemi yap.. Legoyla oyna. Spora ver kendini, mesela. Spor
çok işe yarayan bir şey. Çökmek istiyorsan çök ama. Ben severim. Çöküş
dönemleri hoşuma gider yani. Yıkılmak, yalnız kalmak, en dertli müziği koymak…
Mesela benim evde loop’larım vardır devamlı dönen, oturur manyak gibi dinlerim.
Klavyede dertli bir notaya basarım, pedalın üstüne de taş koyarım, oturur
sürekli onu dinlerim, çöküş beni çok dinlendirir.
Dibe
vurmaktan korkmuyor musunuz?
Korkmuyorum, oradan çıkmasını bileceksin. Bu sana
düşünme şansı yaratır. Kendini sorgularsın, çıkışı bulmak deneyim ve zekana
bağlı. Deneyimin yoksa zeki olman gerekir. Hayal etmen gerekir çünkü, hiç
yaşamadığın halde “şöyle kurtulabilirim” demen, fikir sahibi olman gerekir
kendin hakkında… İnanıyorum ki dünyada pek çok insan kendisi hakkında fikir
sahibi değil.
Aşkı fazla
mı abartıyoruz acaba?
Kimisi için bir hastalık. Kimisi de o çöküş dönemini
etrafından göreceği ilgi, alaka için kullanıyor. Bunların hepsi birer hastalık.
İnsanların kendisini bulması lazım. Şiir yazabilirsin belki şairsindir. Hayatın
her zerresinin tadına bakılmalı. Hayat da senin tadına bakacak işte…
Siz de öyle mi
yaparsınız?
Evet, ben kendimi başka şeylere kanalize ettim. Spora
verdim kendimi, mücadelenin içine girdim. İçinde çok korkunun barındığı sporlar
yaptım özellikle. Sonra bu da çok basitleşiyor ve zevk aldığın şeye dönüşüyor.
Zevkin de hududunu bilmek lazım. Eğer bir şey çok basite indirgenirse hata
yapma şansı da yükseliyor. “Çok iyi araba kullanıyorum, hayvan gibi gaza basarım”
der ve kaza yaparsın. İnsan hep amatör yapmayı bilmeli. Yaptığım işler bana
bunu öğretiyor. Hislerimin tutmaması, kendimle mücadeleye sürüklüyor beni.
Nerede yanlış yaptığımı hep düşünürüm ben. İnat etmemek lazım. Dikkafalı bir
herifimdir de, ikna edebiliyorsan da ikna olurum.
“ÖRGÜTLÜ BİR FAN İŞİNE GİRSEM BÜYÜK OLAY OLUR”
** “Takıntı” testere gibi bir şarkı. Bildiğin nefes terapisi
yani.
** Klip çekmek
istediğim “Platonik”, “Boynuz Track”,
“Takıntı”, “Kabulleniş”, “Takıntı” ve “Tükenmiş” var. Süremiz hangisine en
uygunsa tak diye onu gireceğiz.
** Bu sene
konserlerimizin de konsepti farklı. Yeni bir mikrofon sehpamız var. Portatif
bir de mikrofon hortumumuz var. Kıyafetlerimiz bu kez kombinasyonlu. Dört
farklı kıyafet aparatımız var, giyip giyip çıkartabileceğiz kolayca.
** Twitter
kullandığım için fanlar da daha çok Twitter kullanıyor. Bir defasında gecenin
köründe “dınk” yazdım. Bazen “bip bip” yazıyorum. Arkasından “dink donk”, “dank
dunk” , “bip bip bip” falan bir akmaya başladı… Hepsini de RT’ledim, sayfanın
canına okundu. 300 unfollow oldu, 1300 follow oldu. Çok eğlendik. Örgütlü
hiçbir şey yapmadık bugüne kadar. Desem ki saat 9’da toplanıyoruz desem büyük
olur.
** Bir yılbaşı konserinde dolu su şişelerini saygısızlık yapan
seyirciye fırlatmıştım tekmeyle. O benim müzikteki tavrımı belirlemişti.
Sokakta öyle bir şey yapılıyor olsa döner… Neyse… Hiç gocunan, lafını sakınan
bir adam olmadım.